30 Temmuz 2008 Çarşamba

Süper “bi dün gece” geçirdim..Yeğenim Didem ve taaa 11 yıldır görmediğim, çok uzaklarda yaşayan halamın torunu Deniz ile....duygulandık....gülüştük...dedikodusunu yaptık geçmişin....geleceğin umutlarını saçtık birbirimize...

Ama benim bu gün asıl anlatmak istediğim, başka bişi..Didem bi haber almış...Eski Zalim’inden diyelim...(eski sevgili desem kuruca, yaranın derinliğini vermez, bilirsiniz..)...ve bu haberi ona koşa koşa yetiştiren ise, bir Didem’in bir arkadaşıymış....Yeni sevimsiz haber, Didoşumun moralini bozmuş tabii...niye sana söyledi dedim..kızmadın mı...arkadaşım teyze, nasıl kızıyım dedi....


“ arkadaşım...nasıl kızayım...”

...........


Neden bazı (!) Arkadaşların görevi...bizleri yaralayıcı haber taşımaktır...dürüstlük ile acımasızlık arasındaki çit...biraz daha yüksek olmalı ...

Var mı siizin de öyle arkadaşınız..” Ben öyle insanlarla görüşmem...o kişilere de arkadaş demem” demeyin....herkesin ister istemez..bi dönem.., çevresinde böyle biri olmuştur..ya da kurtulamamış hala, çevresindedir...Zevkle canını yakan, yaran kabuk bağlamadan hemen yeniden kanatan...omzu hazırdır da ağlaman için, keşke hiç ağlatmasan, dedirten...

Benim de vardı böyle bi arkadaşım....şimdi çok sık görüşmüyoruz....malum, sebebini sormaya gerek yok... : ) ha daha kötüsü, içmeyi de sevmezdi....sadece omzunu uzatırdı., ağlama yastığımı yani. ..Efsunlu bi yanı mı vardı arkadaşlığımızın, yoksa ben mi mazoşisttim, bilmiyorum.. :)) Ama uzun süre kızamazdım, kızdığım da bile....

Ara ara aklıma geliyor, bi kaç kere gördüğümde O’nu mutsuz - huzursuz gördüm...Baktım içime, onu böyle görmek de hoşuma gitmedi...yaralarımın neşteri olsa da her ne kadar, mutlu olmasını istiyorum....onu affettim çünkü... Ve affettiğim için, bir başkası olmayacak yaralarımı kanatan ....

29 Temmuz 2008 Salı

Kendimizi ne zaman...ve nasıl değerli hissederiz...

Evet, Külkedisi’nin yazısı ve Rapunzel ile yapılan muhabbetden sonra ben de bişiler karalamak istedim...

Külkedisinin konuyla ilgili olarak, bir insanın kendini değerli hissetmesi aileden başladığını belirtiyor..Demek ki bi başlangıç noktamız var elimizde ..., evet katılıyorum...Ailede söz hakkının verilmesi, fikrinin sorulması, çoçuğa değersiz hissettirmeden yaptıklarının yönlendirilmesinde bile bu duyguyu tam ya da eksik verilebilinilir.

Peki...diyelim ki temel yılları da hiç fena atlatmadık...gençlik yıllarının sarsak gönül dönemlerinde yaşadıklarımız.....sahip olduğumuz dostluklar...biriken yanımızla kendimize bi “değer” biçtik.....yine de gidip neden bizi değersiz hissedene aşık oluruz....bence bu da kuşbakışı bakıldığında tuaf bi durum olmuyor mu ..?...ne, beklenti mi dediniz.....o kişinin bir gün fark edip bize değer vermesini beklemek mi amaç....?...neden ki..kadınların fetih başarısını tatma hesapları mı yoksa...zoru elde etmenin verdiği güç ?...haz ?..o yüzden mi hiç ruhları öpülmemiş kurbağaları arıyoruz....ilk öpen biz olalım da tarihe geçelim... ??..biz prenses isek, ne bu hala hırs ?...eksik olan değer duygumuzun bi başka rengi mi...??

Vildan bir keresinde bana, O’nu bir kartal olarak görüyor olabilirsin, ama unutma ki, süzülürken kanatlarının altındaki rüzgari sensin demişti....doğru muydu, bilinmez... kendimi değerli hissetmiştim...ama, Vildan söylemişti..

Demek ki, bazen kendimizi değerli hissettmemiz için sadece “duymak “ yetmiyor...doğru yerden duymak gerekiyor....hatta belki illa O’ndan duymak gerekiyor....Nazlı ve kırılgan bir değer dünyası mı yaratılmış herbirimizin içinde..?...istediğinden duymak, duyamayınca da kendini “unutulmuş” gibi hissetmemize sebep olan....

Aşk insanı evet, kör ediyor olmalı....seçilen kurbağalardan belli...bi tane öpülmüşünü bile göremiyoruz...ve bi akşam otururken huzurlu yerimizde, bir soru geliyor karşına..” Pekii, o niye sinema saati sana göre ayarlamazdı” diye...kalakalıyorsun koltukta.....
...yutkunuyorsun...geçmiş de olsa, hala fark edemediklerini fark ediyorsun...kendimiz aşıkken değer vermeyen yine “kendimiz” oluyoruz...aşk adına... anlayışlı olmak adına....
Değerlere biz mi anlam yüklüyoruz....herkes gel diyebilir..ama birisi öyle bi “ gel hadi” der ki....kafdağını aşmaya yetecek güç buluruz...o “ gel hadi” de....o kadar değerli hissederiz kendimizi...o kadar özel.., önemli....ve güçlü..!!!.

Biriyle beraberken kişinin kendini değerli hissetmeli elbette ... Naçizane tavsiyem, aşıkken çok bunu önemseme...keza, dünyanın en şanslı insanısın sen zaten ...aşık’sın....!!!
Ama, aşk yoksa ve sen karşındakinden değer bekliyorsan...çok da dolanma sokaklarında..., bazı şeyler öğrenilmez..karşına çıkar ve yaşanır sadece....bunu kabul etmek gerekir...
Ve bilirsin ki, bi prenses.., bi prenses ise gerçekten..., düzen gereği zaten bir gün Kraliçe olucaktır...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

75 yaşındaki Suna Pekuysal, dün vefat etmiş. Bu sabah, Milliyet Gazetesi’nde hayatını okurken, ilk rolü olan “gelin” oyununda, küçük bir rolle, bir bulaşıkçı kız rolüyle tiyatroya geçiş yaptığını yazıyordu. Bu rol sadece bir cümleymiş. “Affedersiniz matmazel, geçiyordum da...”…bu kadar…tek bir cümle !!! .. ve bu cümle ile oyundaki en inandırıcı rolü oynayan seçilmiş…..Bunu okuduğumda çok etkilendim. Tek bir cümle ile oyundaki diğer zor rolleri canlandıranlar kadar etkili olabilmiş, dedim…

Sonra düşündükçe aklıma, hani hayat bir tiyatrodur, deriz ya…Bizim kendi oynumuzda tek bir cümle ile acaba kimler bizde iz bıraktı….?...tek bir cümle ile haberleri bile yokken bizi etkiledikleri..kısa anlarda….ve bir daha görmesek de onları….asla unutamadığımız bir laf, bir duruş …kısaca iz bırakanlar…

Aklıma hemen, 16 yaşımdayken sarsak bir günde….mucize bir ortamda (ki mucize kelimesi tesadüf seçilmiş değildir…) Moda’da karşımıza meczup biri çıkmıştı..hangi yönden geldi…, bilinmez…dedi ki “ seveceksin ama belli etmeyeceksin “ dedi…sadece tek bir cümle …bunu söyleyip sanki 10 adım sonra kaybolmuştu….. hayatıma tek cümle ile giren esrarengiz adam , unutamadım seni…. ,

Nerde olduğumu bile hatırlamıyorum…gece miydi…akşamüstü müydü…o bile belirsiz…Sanırım 12 yaşındaydım.. annemlerle yemekteydik… “ iki yabancı “ şarkısı çalıyordu….yan masamızda bir çift vardı….şarkıyı birbirlerinin gözlerine bakarak o kadar tatlı söylüyorlardı ki…gerçekten gece karanlık, kalpler birleşmişti….Bir şarkıda görebilirdiniz aşkın ne olduğunu…..sadece gözlerinin içine bakarak mırıldanıyorlardı…..büyülü çift, unutmadım sizi, tek bir şarkı ile hayatıma girdiniz….

Bir keresinde de, nerdeyim yine hatırlamıyorum. Kahve içiyordum galiba, yaşlı ama ölçülü yaşadığı belli bir kadın yanıma yaklaşmıştı. “Sigaraya başlamana sebep olan dert, yıllar içinde bitse bile sigara hayatından gitmiyor” demişti…., ben, içme sigara yazık evladım diye öğüt vereceğini sanırken elindeki sigarasından bi nefes daha çekip yürüyüp gitmişti yanımdan…. Tek bir nasihat ile hayatıma giren gizemli kadın, yıllar geçtikçe Siz’i daha iyi anlıyorum …

……….ben kimin hayatında ne kadar rolledeyim??….kısa kesişimlerden sonra nasıl bir iz…duruş..sözüm kaldı…??

“Affedersiniz matmazel, geçiyordum da...”..lafıyla oyuna anlam veren Sayın Suna Pekuysal…, hayat denen bu tiyatrodan ayrılıp, gittiğiniz yerde, eminim ki en iyi şekilde bitirmenin huzuru içinde uyuyacaksınız…..

22 Temmuz 2008 Salı

Güzel bi tatil kriterleri herkese göre farklıdır.. Deniz olmalı , hayır havuz olmalı hayır dağ evi olmalı, illa kitap okumalı..., hayır hayır sadece spor yapmalı.., ben oynamayı severim her türlü oyunları... ya da tatilde içilir abi, diyenlerden misiniz.... : )Şu an öyle bir yerdeyim ki....hepsini yapabiliyorum !! yani, evett tatildeyim... : )2 gün önce geldik bu muhteşem yere.!! Çam ormanlarının içinde yürürken sanki zamanın dışında bir o kadar da hayatın gerçek içindeymiş gibi...

2 gündür burdayım...ve tek sorun "arılar" :)

(anılar olsa daha mı iyi : P)
……..

Tam güzel bir şey yerken pıtt yanında….güneş yağı sürmüşsün, uzanmışsın..pııtt, gene yanında !!…konmaya çalışır gibi..vee vıızz vızzzz ..sinirini bozuyor….duruşun ne ise, her ne yapıyorsan o anda, seni huzursuz ediyor…bi adım ilersinde hala gitmeyince “acaba iğnesini batırır mı?” tereddütlerinde keyfin zaten kaçmış oluyor…vızzz vızzz !!

Aynı….aynı..normal bi zamanda ..herşeyinle mutlu, huzurlu, hayat biraz da olsa göz kırparken sana, sanki o anını kıskanan insancıkların yamacına gelip seni sinir etmesi gibi.…üzerinde durmasan bile, o hala tüm gıcıklığı ile “boşuna kaçma bozucam keyfini…..” der gibi….bilirsin vardır işte öyle insanlar, baktı bozamadı keyfini mevcudiyetiyle son hamlesiyle cızzzzz“iğnesini” sokar ruhuna…..veee gider. : )

Başkasının mutluluğunu alıp çuvala atıp giden insanlar , bal yapabiliyor musunuz sonra …? : )

Tatildeyim……ve BURADAKİ ARILARLA DA barışık yaşamam gerek…. ; )

vızzzzzzzzzzz...

17 Temmuz 2008 Perşembe

“.....yalandan da olsa,
Ne güzel güldün o akşam,
...bana...”
Pinhani...


Şarkı çok yeni değilmiş..ama, ben yeni dinledim...oysa eskiden sevdiğim gurupların yeni şarkılarını kaçırmazdım...zaman mı çoktu ?...takip etmem mi daha kolaydı..? Bilmiyorum. : )
Bu durum sanırım, gençlikten koptuğun anı gösteriyor.....neyse, o ayrı bi yazı olsun..

1.5 yıldır devam eden televizyonda bir dizi var. “ Kavak Yelleri”....çok merak etmeme rağmen, seyredemiyorum..sanki, o diziyi seyretsem, o yaşlara gidicem ve...o yaşları hangi duygularla yaşayacağım bilmiyorum...(hı hıı, belki korkuyorum..)
O dizide uzun zamandır çalıyormuş bu şarkı, daha önce duymama sebebimin biri de bu belki..

“.....yalandan da olsa,
Ne güzel güldün o akşam,
...bana...”

.....bazı şarkıları dinlerken çok beğenseniz bile, “ bu şarkı çok geç bestelenmiş” dediğiniz oldu mu hiç.......bana bu şarkıda oldu da....
......


Günün notu : Hoşgeldin, Deniz Leyla Müderrisoğlu : )

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Bu gün özel bi gün ...

Biraz önce ağabeyim, Amerika’dan aradı...Güzel Deniz’imiz galiba bu gün dünyaya geliyor....

: ) deli heyecanlıyım
ve çok orda olmak isterdim...

Şişşştt Deniz....Çok alem bi dünyaya geliyorsun, baştan söyliyim...eğer, kafana çok takmazsan bazı şeyleri, aslında çok da dayanılmaz bir yer değil...

......

Şiiiişşştt Deniz.....,
Biliyor musun, ben daha
doğmadan özledim seni...

....

15 Temmuz 2008 Salı

İş yerindeki arkadaşlar, kafede buluştuğumuz bir dostumuz ya da evdekiler birşey anlatırken ne kadar kendimizi onlara gerçekten vererek dinliyoruz... ?? Birşeyler anlatmak zor değil...bence, asıl zor olan karşımızdaki biri, birşey anlatırken onu dinleyebilmek...

Bazı insanlara birşey anlatırken sürekli soru sorarlar “ ee, peki şu yok muydu...ee, peki bu noldu ?” diye defalarca lafımızı keserler..Bu tarz bi anlatımda, bi süre sonra sohbet diyalogtan çıkıp sorgu - sual ‘e döner...Anlatımı yarıda kesip dön cevap ver soruya, tekrar kaldığın yeri hatırla devam et derken, anlatan kişi sanki dik bir yokuşu çıkıyormuş gibi nefes nefese kalır..Bir daha ki sefere yeterince gücünüz yoksa, o kişiye birşey anlatmayı tercih etmezsiniz...
Kimisi sizi dinlerken, öyle bir tavır alır ki, çok değil 5 dakka sonra, kendinizi bir ilkokul öğrencisi sanıp, sanki öğretmeninize ders anlatıyormuş hissine kapılırsınız..ve arada sizi onaylaması, aferin demesi hoşunuza bile gitmeye başlar..Az sonra verdiği notu açıklayacak sanırsınız.. Ama en büyük sıkıntı bu tarz bi dinleyen olduğumda karşımda, “hey, herşey kontrolümde bak, beni şaşırtaamaaazsın.., hep bunlarııı biliyorummmm, seni onaylamak ya da reddetmek içiiiinn dinliiiyorum” tarzı içinde olur ki bu en çıldırtanıdır. Böyle dinleyicilere bi mühlet sonra, ancak çok acil konuları ve bilmesi gerektiği kadarını anlatmaya başlarız..ki, bilirsiniz, o zamanda diyalogun sonu hep onların “ yaaaa...demiştim sana” lafı ya da bakışı ile biter. : )

Biliyorum, hepimiz biryerlere koşturuyoruz....evde olsak bile mutlaka yapılması gereken işler oluyor..ama, bi yarım saat ya da en azından dikkatli bi dinlemeyle 10 dakika, bize birşey anlatmak isteyene ayrılamayacak bir vakit değildir..Bazı insanlar, zincir gibi yaşarlar..sürekli yoğundurlar..sürekli iki elle iki ayrı iş yaparlar. Bu dünyanın en yoğun ve en önemli kişisi (!) karşısında her ne kadar basit bi fani gibi kalsanızda, anlatmaya devam etmek istersiniz ve bu sırada o size:”sen anlat ben dinliyorum” demeyi de çok kibar olduklarından ihmal etmezler...ve siz, bu tarz bi insana birşey anlatırken dikkatinizi toparlayamazsınız...Çünkü, birşey anlatırken bi eliyle cep telefonuna birşeyler kaydederler, bir yandan arabası park ettiği yerde duruyor mu diye bakar, bi yandan menüden birşey seçmeye çalışır bi yandan akşama yapacağı yemeğin malzemelerini defterine yazar ve siz tüm bu salak duruma rağmen birşey anlatırken o aniden ciyaklar ve “Bengü’nün doğum günüydü aramadım” der.....ne oldu? Yıkıldınız mı...? ..iyi de dinlemiyordu ki zaten sizi..... :))

.....istediğiniz sadece benle ilgilenerek dinlemesi mi dediniz ?? Peki, bi de şuna bakın !! : )
Bazı insanlar dinlerken, tamamen size odaklanmış gibi dururlar...Ama bekleyin, 3 dakika sonra sizin işle ilgili anlattığınız bir olayın hem de tam ortasında şöyle bi soru gelir, “ya bişi sorucam...bu küpeleri geçen sene sen Gümüşlük’ten mi almıştın..?” .....bir an eliniz kulağınıza gider, çünkü sabah hangi küpeleri evden fırlarken taktığınızı hatırlamazsınız, sonra evet bunlar onlar dersiniz ve yıkılmayın sakin, devamı gelir..” ..yaa Banular da bu sene Gümüşlük’e gidiceklermiş..görüyor musun bize bi haber bile vermiyorlar..” der......içiniz küser...birşey anlatıyordum, demek bile gelmez içinizden...bunun 2. Perdesi pardon lafını kestim devam et olsa bile, bi sonraki alakasız soru sonunda hevesiniz iyice kaçar.....beraberinde tadınızda...

Tamam, tamam, beni tam dinlesin !....sözümü kesmesin ! ..gözleri bende olsun ! ‘ u mu istiyorsunuz... : )
Bunu başaran insanlar da var....birşey anlatırken baktığınızda o kişiye, allahım beni dinliyor teşekkürler diye içinizden dua edersiniz...Anlatırsınız..anlatırsınız...ohh içiniz rahatlar..bir yorum, bir görüş beklemek için arkanıza yaslanırsınız ki..” Hıh, bittiyse şimdi ben anlatıyım “ der ve o an hızla anlatmaya başlar....heyy, sen beni görev gibi mi dinliyorsun diye haykırasınız gelir...Tmm, evet ben de seni dinleyeceğim..ama...birşey söylee !! , diye omuzlarından sarsamazsınız ki... .süresi dolmuş...görevini tamamlamış bir insan edasıyla başlar kendi cephesini anlatmaya...

İşte bu yüzden, herkesle konuşuyorum o farklı, ama artık çok az kişiye birşeyler anlatıyorum..Anlattıklarım çok önemli olmayabilir..belki yukarda saydığım dinleme biçimlerine sahip insanların çok daha renkli hayatları ...yaşadıkları..ve anlatacakları var. Ama kalsın, beni dinleyecek üç-beş dostum var...onlar yeter bana... :)

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Geçen akşam eski bir küpemin tekini ararken karşıma bi anda, telefon jetonu çıktı....”eski bi telefon jetonu” diyemeyeceğim...Çünkü artık telefon jetonu diye birşey yok .... :)
Biranda zaman sanki 15 yıl önceye gitti...Ben, telefon jetonunu ya Narlı’da kullanırdım ya da Bodrum’da..ama, en çok Bodrum’da....

Bir eşyanın görüntüsüyle başka bir zaman ve coğrafyaya gitme...İnsan beyni çok acayip di mi...bir jeton..., ki kullananlar çok iyi bilir...çukurlu demir.sarı tonlarında....Küçük - Şehir içi, Orta - Şehirlerarası, Büyük Yurtdışını arama diye geçen, en eski telefon arama yerleri kulübeli, son döneme yakın olanlar ise, yarım kapalıydı...

Dediğim gibi, bu jetonları en çok yazlıkta kullanmışımdır, Bodrum’da...Sitenin hemen girişinde solda, otoparka yakın olan yerde telefon etme kulübeleri vardı....ve her nedense, en popüler telefon etme saati, 19:00-20:30 ile 22:00-23:00 arasıydı...Genelde 2. saat diliminde telefon etmeye daha büyük abi ve ablalar gelirdi... ; )

Sıradayken herkeste tuaf bi gerilim olurdu...Beklemenin vermiş olduğu sıkıntının yanında telefonun diğer ucuna ne söyleneceği tasarlanırdı...(ki ne tasarlasan zaten telefonun ucundaki sesi duyunca hepsi unutulurdu..)

Tatilde birini arama böyleyken birinin de size ulaşması aslında o kadar kolay olmuyordu. Havuzdayken anonsla telefona çağrılma gibi havalı bi an vardı ki, bu anı ben hiç yaşamadığımdan mıdır bilmem, telefona koşana hep gıptayla baktım. Cep telefonu olmasa da gençlikte yöntemler tükenmez hesabı; eğer ailen o “özel” kişiyi bilmiyorsa, bu sefer, anons edilen kişi ismi, şifreli bi isim olurdu..Adın, “Ayşe” ise, arayan kişiye beni “Fatma” diye anons et derdin.....Anons edilen o başka isim, o anda senin için kainattaki en kutsal isim olurdu...ve yine, evet çaktırmadan koşardın... : )

Şimdi herşey daha kolay...11 tane rakkamı çevirdiğinde, karşına “o” kişi çıkıyor...Karşı taraftaki kişi o an müsaitse, açıyor...Müsait değilse, sonra ararım diyor...Elim ıslak diyor, ojem kurumadı diyor, şimdi konuşmaya hiç halim yok, sonra ararım diyor..ya da o an telefonu duymadıysa, telefondaki cevapsız çağrıdan kimin aradığını görüyor.....ve keyfine göre arama zamanı belirliyor...çünkü ulaşması kolay..sadece 11 rakkam.. !!

Evet de teknoloji de zaten bu yüzden değil mi, ...ekranımda kimin aradığını görüp onla konuşup konuşmama istediğini seçmek değil midir, diyenlerinizi duyuyor gibiyim... Ben herhangi bi iş görüşmesinden bahsetmiyorum oysa..”o” özel kişinin ‘alo’ demesinden bahsediyorum...çünkü, yukardaki mazaretleri artık, malesef o özel kişiye de yapılıyor..Çünkü ya unuttuk telefon kulübesinde girdiğimiz sıraları ya da o dönemi hiç yaşamadık..Yoksa siz hiç, umutsuz olduğunuz bir gecede telefon çaldığında hayata sizi tekrar bağlayan ve dünyanın bi anda yaşanması gereken en güzel gezegen olduğunu sandıran sesini duymadınız mı ....hatırladığınız mı, güzel bi cuma akşamı sırf BELKİ o arar diye arkadaşlarınız sinemaya giderken, siz evde oturup ondan telefon beklediğiniz zamanları....

O yüzden...en azından o dönemi yaşayan bizim nesil ! Lütfen, küçük jetonumun bana fısıldadığı gibi, evet teknoloji gelişti. Artık istediğimize, istediğimiz zaman ulaşabiliyor ya da kaçabiliyoruz.. .ama unutmayın ki, zaman hala elimizdeki en değerli mücevher...ve o mücevheri kaybetmeden, o “özel” 11 rakkamın kıymetini bilelim....

11 Temmuz 2008 Cuma

Her sabah uyandığımızda aslında bir günlük savaşa uyanırız.. Dünden kalan yarım planlarımız, yaralarımız, zaferlerimiz ile yeni mücadelelere kalkarız..Günün üstesinden nasıl geliriz diye kafamızda maket çıkartırken, kader melekleri de o güne ait yeni projlerinin düğmesine basmış olurlar..
İster sevdiğimiz işte çalışıyor olalım, ister sade bir hayatımız olsun, belli hedeflerimiz vardır. Başlanması gereken işler, bitmesi gereken işler... Tüm bunları başarmaya çalışırken bir de canımızı sıkan insanlarla, daha açık olmak gerekirse; düşüncesiz insanlarla yapılan savaş, olayın boyutunu daha da zorlaştırır....Burda belli alışkanlıklar, siyasi görüşler, etik yapı, kültürel birikim ve sosyal yaşam sayesinde dünyayı algılamamızdan bağımsız olarak düşüncesiz insanlarla uğraşmayı kast ediyorum..Şimdi buraya kadar okuyup da, “ yo hayır, ben insanlarla her zaman iyi geçinirim.İnsanların hepsini seviyorum, anlaşırım, geçinmesi kolay bir insanım, içim sevgi doludur” diyen karaktersiz poliyanna torunları, lütfen yazımı okumaya devam etmeyin...Sizin gibi kaypak insanlara zaten gün için de yeterince katlanıyoruz. Sahte maskelerinizi, yazımı okurken beyhuda eskitmeyin....
Ben bu düşüncesiz insanlarla savaşta elimden geldiğince, sinirlenmeden, öfkeme hakim olarak ve asla asla saygı sınırlarını (düşünce ifade etme boyutunda bile) aşmadan sürdürmeye çalışırım. Karşımdakinin bir insan olduğu birinci sebeptir tüm frenlerime basmam için.. “Ben onların ağzının payını veririm, hayatta altta kalmam “ diyenler olursa da yazacaklarım hoşlarına gitmeyecekleri için dilerlerse onlarda yazımı okumayı burda kesebilirler..
Haksızlık karşısında en iyi cevap “susmaktır” değil, yaptığım..sadece öfkem geçene kadar beklemek....ve bu bekleme anında...hücrelerim bile tektek yıpranırken, beklemenin ne zor olduğunu sabırlı olanlar bilir...Sorgularken içimizi, bunu nasıl yaptı..., diye..bir çok aldatmaca yollar da çıkar karşımıza, sokak adı: “sen de ona aynısı yap” diye geçen. Ama, en kötü yanı..,bilirsin ki, böyle insanların canını yakmak çok kolay değildir...böyle insanların canını yakma uğruna, geçirdiğin tüm savaşlardan sonra bile gözün gibi baktığın kalbinin sana kalan iyi yanlarına zarar vermeye değmez...Çünkü, onlar için değişmen, onların silahlarıyla cevap vermen, sadece seni onlar gibi yapar....onlar gibi olarak mı kazanmak istiyorsun ..??..
(kazanmak denirse buna....)
Hey siz , kalbimi kıran düşüncesiz insanlar !...sizi görüyorum, ama KABUL etmiyorum hayatımda.. Size, bilgim ve görgümün yettiği kadar saygılı davranıyorum, ama SEVMİYORUM sizi.. İç Denizimde Hala Yaşayan Balığımın dediği gibi, denizimi ikiye bölüyorum, altt ve üst diye....Sizler, üst denizimde yüzeyinde yüzüyorsunuz...Bana istediğinizi yapabilirsiniz..., sizler gibi olmayacağım.
Denizimin altı, ben ve içine aldığım benim gibiler için yeterince büyük ve deriz zaten.......

9 Temmuz 2008 Çarşamba



Birgün başınızı alıp uzak bir yerlere gitmek isterseniz...hani daralmış ve kırılmış olarak hayattan...Ama zamanım yok...param yok..o kadar uzaklaşamam...filan demeyin diye, size 2 hafta önce gittiğim (vildan’ım ile..) yeri anlatacağım... : )


Anadolu Kavağı...daha varır varmaz...gerçekten içinizde burası bambaşka bir yer, hiç o koşturduğum gürültülü İstanbul’a benzemiyor, dedirten bir atmosferi var..Balıkçıların müşteri kapma bağırışları biraz rahatsız etse de...enfes kokular durumu affettiriyor sanki...(içemediğim biram için güzel bi sonbaharda tekrar gitmeyi planlıyorum.)


Günlük yaşamda koşuştururken vapura, otobüse ya da işte kısaca hayat’a .., durup bakmaya fırsat bulamadığımız...bulsak da ilgimizi çekmeyen incik - boncuk, salaş elbiseler, giymeyi başaranlara hayran olduğum parmak arası terlikler, çiçekli çantalar böyle anlarda beni, sanki tatilin bir parçası da bunlara bakmaymış gibi acayip cezbeder...Anadolu Kavağı’nda da iskeleden inince, çokça zaman kaybetmeden bakabileceğiniz minik bi çarşısı var.


Şimdi buraya kadar anlattıklarım, günlük kaçış planınız olan yerle ilgili bir çırpıda yaşayabileceğiniz anlar...ama, bir yer var ki...oraya gittiğinizde, kendinizi İstanbul Tarihi’nin bir parçası gibi hissetmemek imkansız...Ehh yola düşüş sebebiniz, bir yerden kaçma isteği değil miydi?..O yüzden ayağınızda düz rahat ayakkabılar olduğunu varsayıyorum...çünkü kimse, kaçarken topuklu giymez .. ;)


O minik çarşıdan yukarı doğru çıkan yolu takip ettiğinizde, çok değil 10 dakikalık bir tırmanma sonunda, karşınıza İstanbul Boğazı’nı baştan sona görme imkanı sağlayan o büyülü tepe gelir...Hatta daha yolda çıkarken kaçamak bakışlarla arkanıza baksanız, yukardaki manzaranın ip ucunu verir..ve nihayet en tepe ! Yani Yoros Kalesi.. !..Kalenin adını araştırdım; kimi kaynaklara göre kulaktan kulağa günümüze ulaşan Yoros kelimesi aslen, dağ anlamına gelen “oros”tan geliyormuş.. Bir başka iddiaya göre de antik çağ tanrılarından Zeus’un sıfatı olan “uygun rüzgarlar” anlamına gelen “ourios”tan....Madem hepsinin olabilirliği var, garanti bi kanıtı yok.., ben gönül bilgi defterime diğer bir görüş olan “kutsal yer” anlamına gelen “Hieron” dan geldiğini kaydettim..ya siz hangisini seçerdiniz ? ?


Kale’nin etrafında bir sürü çay bahçeleri var. Çay bahçeleri dediysem öyle sırf masa -sandalye değil.. salıncak, o renkli armut koltuklar, hasır tabureler ve varlığına bile taptığım hamaklar.. Her ne kadar ortama uygun dekor etmişseler de müzik seçimlerine hiç girmiyim...Zaten sırf bu son cümleyi yazmak bile sanırım konu hakkında fikrimi deşifre etmiştir.


Çay bahçelerinden içinden geçince, direk kalenin içine girmiş gibi oluyorsunuz. Kale’den geriye şu an sadece yıkılmış surlar kalmış....ama o surların neden orda olduğunun ispatı ise tüm görkemiyle karşınızda duruyor işte...Boğaz !....bakıp bakıp bitiremediğiniz bu muhteşem manzara karşısında, bu coğrafyada yaşadığınızdan gurur duyuyorsunuz....
Yoros Kalesi bir dönem Bizanslıların, kısa bir süreliğine Cenevizlilerin ve nihayetinde Türklerin eline geçmiş. İlk girişteki burcun kapıya dönen yüzlerinde mermere işlenmiş bir haç ve çevresinde “İesos Hristos Zafer” anlamına gelen kelimerin kısaltmaları var. Bu üç uygarlığa hizmet etmiş bir kale olarak, yıkılmış sur kalıntıları ve bu mermer çerçeve dışında çok da tarihi gözle görülür bi kalıntı yok . Bu durum, bence buranın çok da derin araştırılmadığının bir göstergesi.

Gitme vakti.!!..heyy, unuttunuz mu yoksa, siz gerçek hayattan sadece bir günlük kaçaksınız.: ) Süresi dolmuş bir kaçak olarak bu güzel manzaradan ayrılırken, burası size, buraya her geldiğinizde sizi aynı zerafetle kucaklayacağına dair söz verircesine bırakır.....

8 Temmuz 2008 Salı

“Kaçırdığı hayatı, kaçırdğı erkek sandı..”
Murathan Mungan, “yedi kapılı kırk oda”’dan syf. 211

Kitapta bu cümleyi okuduktan sonra, hep farkında olduğumuz , belki yaşadığımız ya da şahit olduğumuz bir derdin, tek cümle ile anlatımı bu mu diye düşündüm.....

İkili ilişkileri kadın-erkek diye ayırmayı sevmem.....ama.., gün geçtikçe gördüğüm şu ki, gerçekten de hayatını bir erkeğe adayan kadının yol ayrımında kalkıp tekrar yürüme süreci....nedense, sevdiği kadından ayrılan bir erkek ile mukayese ettiğimde çok farklılıklar gösteriyor...Bunu sade, çünkü kadın daha çok sever, diye kesip atmak...konuya çok yüzelsel kalmaktır bence...

Bir kadın, bir erkeği sevdiğinde...gerçekten sevdiğinde yani...tüm hobileri, dünyaya bakışı, hatta belki alışkanlıkları...sevdiği erkeğe göre az çok şekillenir...Bir karikatürde okumuştum; 30’lu yaşlarında 2 bayan konuşuyorlar,biri diğerine diyor ki: bu yaşıma kadar bi dönem gitar çaldım..bi dönem rockçı oldum..bi dönem, rus edebiyatına merak saldım..bi dönem fotoğrafa kurslarına gittim..bi dönem, felsefe okudum....çok renkli yaşadım diyor..Diğer bayan da cevap veriyor, ona çok renkli yaşadım denmez, çıktığım bir sürü erkeklere ayak uydurmak için çok uğraştım denir diyor... : )

Belki çok acımasız ama...haklı olduğu yanı da var...Demiyorum ki, kadınlar kendilerini geliştirmek için birşey yapmazlar...hayır..hayır, demek istediğim bu değil...Demek istediğim, bir ilişkide, kadın yumuşak başlı olduğu için ( öyle mi ?), erkeğine ona kendini adadığını göstermek için (öyle mi..?) Ya da heyy bak senle çok ortak yanımız var ben de seviyorum balık tutmayı..’yı ispatlamak için midir, bilinmez...erkeğin dünyasına daha çabuk ayak uydurma gayretindedir...ve bir erkek, bu açıdan bakıldığında bir kadın için her zaman yeni keşfetmesi gereken bir kıta gibi görünür...oysa, kadın istese zaten tek başına farklı bir "dünya"dır...

Tüm bu çabalardan sonra....ayrılma vakti geldiğinde...daha fazla yıkılan tarafın kadın olması, (en azından dışardan bakıldığında) kadın açısından tüm bu emeklerin boşa gittiğini düşünmesindendir belki...erkek ise rahattır bu açıdan “ o da bunları yaparken keyif aldığını söylemişti” der...bir erkeği sevdiğimizde, gerçekten neler yapabileceğimizi, gücümüzün ne kadar olduğunu yaşamadan biz bile bilemeyiz....

Kaçırdığımız hayat, bu yüzden bir erkekle çok özdeşir...Bir erkek hayatımızdan çekip gittiğinde sanki içimizi de alıp götürmüş gibi hissederiz bu yüzden....gerçekten sevdiysek eğer...gerçekten kendimizi O’na adadıysak, bir hayat boşalır içimizde.......

7 Temmuz 2008 Pazartesi

...

Yolda çok uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınıza rastladığınızda genel de sizin de gününüz çok mutlu - huzurlu geçerli mi...tabii bu, gördüğümüz arkadaşın geçmişte bize ne izler bıraktığı ile de orantılı bi durumdur ama.... : )
Eski arkadaşları gördüğümüzde, bir an..sanki şimdi..şu an ki “ben” bi anda durur....geçmişteki olaylar...geçmişteki insanlardan konu açılır ya...şimdisini bilmezsin çünkü arkadaşının, o da senin....
Muhtemelen o seni hala sabırlı sanıyordur...ya da hala romantik...ya da hala yemek yapmayı bilmeyen...ve sen de onun şu anki karakterini..değişen huylarını bilmeden sorular sorarsın...İnsanlar temelde değişmez prensibinden farklı birşey anlatmak istediğim..kim 10 sene önceki kendiyle aynı kalmıştır ki..insan kendini geliştirmeye, mecburdur.Tabii ki bu gelişme sırasında hayatın önümüze koyduğu sınavlarda bazı yanlarımızda kayboluyor...Hatta hiç değişmesini istemediğimiz yanları...ama, seçemezsiniz işte...
Bazen de..bir ortamda planlı ya da plansız...eskiden beri görmediğiniz bir arkadaşınız ile son dönemde arkadaşınız olmuş biriyle aynı ortamda bulunursunuz..Size de olur mu bilmem böyle anlarda tuaf bi arada kalma yaşarım...sanki eski simla ile yeni simla arasında çok uçurum varmış gibi....hangisinin yanında “gerçek” simla’yım diye düşünürüm..bu anlık his, cevabını hemen de verir...aslında ikisi de benimdir işte !! : )
.......