16 Eylül 2009 Çarşamba





İyi olman lazım..dürüst olman lazım..yalan söylememen lazım...yardımsever olman lazım..fettan (!!!) olmaman lazım....sevgini göstermen lazım...saygılı (ahh tabii en önemlilerinden nasıl unuturum, ) olman lazım....paylaşımcı olman lazım....meraklı olmaman lazım.. çok üzerine düşmemen lazım...çok uzak durmaman lazım...nazik olman lazım.. Anlayışlı olman lazım... Uzak durman lazım...yakın durman lazım... Çok soru sormaman lazım...adaletli (!!) olman lazım...dengeleri sağlaman lazım...dengesizleri hoş görmen lazım.. Görmemen lazım....görmen lazım...herşeyi duymaman lazım ...hiçbirşeyi kaçırmaman lazım...uyumaman lazım...erken kalkman lazım....uyuşuk olmaman lazım..tez canlı olmaman lazım...burnunu sokmaman lazım...yüklenip sorumluluk alman lazım.. Elini uzatman lazım...elini çekmen lazım...kıpırdamaman lazım...hızla kaçman lazım...herşeyi anlatman lazım.....gerekli olanları anlatman lazım....üzülecek şeyleri anlatmaman lazım....anlattıklarınla onu boğmaman lazım....tüm hayatını bilmesi lazım...(dayanabilirse ! ) ....dayanman lazım...umursamaman lazım....


Lazımmm...lazımm...lazımmmmm...

Bunların hepsini doğru zamanda ...doğru yerde.....doğru biçimde...doğru ölçüde ilişkilerimizde yapmamız lazım......

.........birini yapmadığında, yanlış zaman...yanlış yer...yanlış biçim..yanlış ölçüde.....sil baştan başlaman lazım...

Ki....hayat çoğu zaman ne silip baştan başlamana fırsat veriyor ne de kendini yenilemene....

...........................................................................................................................



Bu sabah düşündüm de, aslında birinin sana " çok kötüsün " demesi..."çok iyisin" demesinden daha büyük özgürlük....duyduğun kişiye karşı sürekli iyi görünme sancından kurtarıyor...kötü müyüm ?....oohh, tamam o zaman senin yanında rahatça takılabilirim...yaparsam da bi iyiilik şaşırır sevinirsin işte....kötü bişi yaptığımda ise, şaşırmaz...hıh, işte zaten kötü biri dersin....

İltifat insanı yoran bişi...belki bu yüzden sevemedim bana iltifat edilmesini...ağır geldi sorumluluğu...bunu devam ettirme yükü..( o sözlere hep layık olabilecek miyim kaygısı...) Onun yerine duy işte kötü bi söz....başta için acısa da ..yansa da ruhunda ayırdığın en özel odalar.....sorumluluğun yok o kişiye karşı... özgürsün işte. !! ..

Sanırın bir insana en çok bu "özgür" duygu lazım....

18 Nisan 2009 Cumartesi







Çocukluğumda, karşı dairemizde benden bir yaş büyük Orkun diye bir arkadaşım vardı. Beraber oyunlar oynar deli eğlenirdik. O yuvaya gittiği için bana göre her şeyi bilen koca bir adamdı gözümde… : ) Onun anne ve babası da benimkilerle görüştü için hep beraber sık sık akşam yemekleri yerdik...ve gene oynardık…

Sanırım 5 yaşlarındaydım. Bir yılbaşı, Orkun’nun yuvasında ailelerin de katıldığı bir yılbaşı partisi düzenlenmiş. Orkun’nun annesi bizimkileri de davet edince hayatımda ilk defa büyük bir partiye, hem de yılbaşı partisine ben de otomatikman davetli olmuştum…..(hayatımda dediğimde topu topu 5 yıllık ömrüm işte ! : ) )

Orkun’nun heyecanı bana da geçmiş olacak ki, hiç anlamadığım bu “parti” kavramından ben de deli heyecanlandığımı hatırlıyorum…Parti hakkında daha gitmeden önce ki ilk tecrübem; partiye gidilmeden önce ilk iş heyecanlanması gerekiyor demek ki , olmuştu…(şimdi bile en ufak bir yemeğe giderken bile içimde hissedebildiğim o heyecan, o parti öncesinden kalmadır….)Orkun sürekli nasıl dans edeceğini bana gösterirken…, koca bir ağacı nasıl süslediklerini –yılbaşı ağacı o zamanlar medyada ve evlerde pek yaygın olmadığı için ağaç olayı epey hayal dünyamı zorlamıştı -, pencereye yapıştırdıkları süslerin parlaklığını ve Noel Amca diye birine ne babamın kardeşi ne de arkadaşı olmamasına rağmen, “ amca “ demem konularını bana anlatırken bayağı bi dağıldığımı hatırlıyorum…

Nihayet parti günü geldi ve gittik….Bir sürü yaşıtlarım koşuyordu, sanki her yerden çağrılıyorlarmış gibi…yüksek müzik….etrafta şeker ve çikolatalar…camlarda süsler ve devasal Çam Ağacı…hayalim, yaklaşamamış bile onu düşlemeye..o kadar büyük ve güzeldi ki....Orkun’u ise daha ortama girer gitmez arkadaşlarının yanında oynamaya başlamıştı …...hiç benimle ilgilenmiyordu, sanki evdeyken tek dostu ben değildim…hiç beraber oynamamıştık...buraya gelince – demek partinin olumsuz yanları da vardı! – oyun oynarlarken, dans ederlerken… bir kere bile beni çağırmamıştı…Kırılarak da olsa, olsun demiştim….etrafın tadını çıkar..hayatımda gördüğüm en güzel ağaç…çikolatalar ve şekerler var…(Hala da sıkıldığım kalabalık ortamlarda kırılarak mırıldanırım bu lafı “olsun, etrafın tadını çıkar…”.....)

Yemekler bitmiş..bazı çocuklar annelerinin kucağında uyumaya başlamış…partinin bittiği hüznü içime yavaş yavaş kaplarken…..Neol Baba elinde koca bir çuvalla salonun ortasına geldi…Şimdi ismini okuyacaklarım gelip benden hediyelerini alabilirler dedi…ve mikrafonla sevencen bir şekilde tek tek isimleri okumaya başladı....Kalbimin ilk defa duracağını o an hissettim...böyle bir heyecanın varlığımı beni etkilemişti..yoksa koca salonda ismi yankılanan çocuğa verilen hediyeyi herkes alkışlarken, birazdan benim de aynı o çocuk gibi hediyemi alırken mutlu olacağımı düşündüğümden mi ne, herkes gibi Neol Baba’nın çevresindeki çember olan çocuklardan biri olmuştum..(Orkun nerde o anda gene tabii ki bilmiyorum, onu takip etmeyi yemeğimi yemeden önce bırakmıştım zaten….)

İsimler okundu tek tek…..hediyesini alanlar hızla açtılar paketlerini…ezberlemişler gibi tepkileri, hepsi hediyesini görünce çığlık atıyor…birbirine gösteriyordu..birazdan ben de öyle olucaktım..

..............zaman geçiyordu..

Hala okunan isimlerde yoktum..….yavaş yavaş çember dağılmış, 3-5 kişi kalmıştık…ağlamaya başladım….yüreğimin ilk burkulması da bu diye hatırlarım hep…ismim okunmamıştı…babam kucağına aldı…”biz bu partiye biliyorsun davetli değil, Orkun’nun anne babasının misafiri olarak geldik. Sen bu yuvada olmadığın için senin ismin çıkmayacak Simla’cım..ağlayarak bu güzel günü bozma.. (“ağlayarak bu güzel günü bozma”, partiden bi hayat dersi daha !! ).”….çuvalda bi sürü hediye olduğunu ve neden bunların bi tanesi de benim olmasın diye babama sorarken, Orkun’u uzaklarda yeni kovboy şapkası ve oyuncak tabancayla oynarken nihayet görmüştüm. (partideki tek dostum ben ağlarken oynunu hala bozmamış, aksine yeni oyuncaklarıyla gayet de mutluydu…)

Babam, eğer o çuvaldan bir oyuncak bana verilirse, gerçek sahibi olan çocuğun adı okunduğunda hakkı olan oyuncağı alamayacağını anlattı….Babamın ben ağlarken bunu sabırla anlatması ve dediklerinin doğru olduğunu anlamam bile yetmiyordu gözyaşlarımı durdurmaya…

O sırada Orkun’nun babası yanımıza geldi...niye ağladığımı sordu...ne olduğunu öğrendiğinde Neol Amca’nın yanına gitti bi hışımla...(babam, biz konuştuk hallettik rica ederim, ayıp yapmayalım demesine rağmen..)Bir iki laf etti, biraz sesini yükseltti…Ee misafir çocuk, şimdi hediye almasın mı, dediğini hala hatırlıyorum…Neol Baba’nın beyaz sakallarından sevecen dolu gülümsemenin gittiğini ve çuvala elini daldırıp diğer çocuklara verirken ki gülümsemenin aksine isteksiz…neşesiz…biraz da fırça yediği için sinirli bir paketi Orkun’nun babasına uzattığını gördüm.

Ortamın tadı tuzu kaçmış…elimde oyuncağım olmasına rağmen, belki ismim herkes gibi okunmadığı için çok da mutlu olamamıştım…….(şimdi ne zaman, bir hak aranması gerektiğinde mantığımla bunu yapmanın başkasına zararı ya da kuralları çiğneme olasılığı var deyip sustuğumda, benim adıma gidip kim konuşsa buna sevinmek yerine gerilmelerim de bu yüzdendir belki..) ”ee zaten de kalkıyorduk bahanesiyle” …biraz sevimsiz bir toparlanma ve…Orkun “baba 5 dakka daha “ dediği için azar işittikten sonra ilk partimden ayrılışım böyle gerçekleşti…

27 yıl sonra, hiçbir yılbaşı partisinde, yılbaşında ağacında ve Neol Baba gördüğümde aklıma o gün gelmezken….aksine, hala yılbaşı süslemeleri ve partisi beni hep mutlu ederken, nerden aklına bu hatıran geldi diyorsanız….az önce Pati’yi bahçede dolaştırırken yerde gördüğüm oyuncak yüzünden…Çalıların arasında bez bir kukla duruyordu...bana, o yılbaşı partisinde hediyemi açtığımda çıkan kukladan beri, sevmem kuklaları…..kukla olanları…..

1 Nisan 2009 Çarşamba




Gerçeklerle ne kadar yaşayabiliyoruz….neyi ne kadar kabul ettiğimizi sanıyoruz…unutmakla kabullendiğimiz sanmak…kabullendiğimizi düşündüklerimizle hatırlamasını tercih ettiklerimizi cımbızla seçer gibi hafızamı atarken…nasıl hayatımızın gerçeklerini kabul ediyoruz…

bu güne özel midir bilmiyorum bu soru ama, sabahtan beri hayat bana bu soruyu sordurdu …hem de güzel bir bahar gününde…serin ama güneşli havada…sabahtan başlayan bu iç sorum…akşam üstü son damla ile devam ederken …,içim katıldı resmen…

Kurallarım ve ben…. (sana bir şey olmaz…) …

Hani..sıkıldık diyoruz..bunaldık…vs..sonra bir şey oluyor..akıyor hayat yine..güzel gülümsüyorsun..hatta dilinde bi türkü de oluyor…zıplayarak yürüyor ruhun…sonra “pııt” bişi oluyor…kızıyorsun…neden enerjimi alıyorsun diyorsun …
Karşındakine de soruyorsun aslında….dolaylı da olsa…

Kabullendiklerimiz aslında ne kadar kabul ettiklerimiz…gerçeklerin üzerini krema ile süsleyip görmezden mi geliyoruz ya da gözümüze güzel görünmesini mi sağlıyoruz… sonra birisi kremasını bozduğunda tadımız kaçıyor….bu mudur …bu kadar basit mi kurduğumuz kule….efsanevi Babil kulesi gibi…yüksek görkemli kulemiz…tanrıların kızdırılması gibi birileri kızdırıp bizi…sözüm ona kabul ettiğimiz gerçeğimizi ise tekrar ve tekrar duyduğumuz….aynı Babil kulesindeki işçilerin bir lanetle ayrı dillere bölünmesi gibi, içimdeki her duyguma yabancı kalıyorum….

(güçlü göründüğüm için mi incinmediğimi düşünüyorsun…hep..! )

Ben kimsenin gerçeklerini karışmam…neyi ne kadar kabul ettiği ile ilgilenmem…kendi edindiğim dersi başkalarıyla paylaşırken başkası niye cesur değil, yüzleşemiyor gerçekleriyle demem…diyen olursa da gülümserim…..

Kötülük olmasa iyliğin anlamını bilmezdi insanoğlu..o zaman şeytan aslında bize en yüce bilgiyi öğretendir…dün akşam okuuğum kitapta bundan bahsediyordu…. Yeni yazımın konusu bu olucaktı…

Ama…..,

Gerçekleri ancak yüzümüze çarptıklarında sinirlenmediğimiz zaman kabul etmiş oluruz…..ama yıllar yıllar geçse bile…nihayetinde oh sinirlenmiyorum artık o lafa dediğimde bile…ancak kuytu bir yerde herkesten gizli ağlamadığımda artık, işte o zaman Büyümüş olucağım..….
…………

19 Mart 2009 Perşembe





17 Mart 'da kendimi "kar tanesi" gibi hissediyorum, dediğimde hava günlük güneşlikti..bu gün süpriz bi şekilde kar yağdı..

- hayat ! ....bana şaka yapıyor gibisin..

hep !

17 Mart 2009 Salı





Bazen kendimizi bir kar tanesi gibi hissederiz..sahipsiz...sürüklenerek yere doğru düşen..böyle birşey olabilir mi......bu kadar yanlız ve sürüklenerek düşebilir miyim..eserek, sağa sola...istediğin yere bile düşemeyen....etrafında senin gibi uçuşan komşu karlarla beraber....onlara kırık bir gülümseme ile fısıldarım.." Üzülme bak ben de sürükleniyorum...düşüyorumm..." diyerek...umutsuzca umut veririm.......

Umutsuzca umut alırızz aynı zamanda.....mümkün olanları bilir yürek aslında....mümkün olmayanlara karşı direniriz....sorun burda başlıyor...

Süremiz var.....hisset bunu....

Süremiz var....gelip geçerken kar kardeşlerle, en büyük bilgiyi yere taşıyoruz....birazdan yok olucak olsak da....

Daha çok sevebilirdik....içini sızlatan bu bilgi...

Neden........neden...........

Tarihin bir yerinde senin aynını yaşamış o'nu arıyorum....

Hala anlamadığım cevaplar var....kendime sorduğum sorular sonunda....

Rüzgara göre yere düşüyorumm....artık umrumda değil nereye düşeceğim....yere inerken her kar sonunu bilir...




Emre'nin benim için hazırladığı müzik cd'sinde, 1. Parçayı dinlerken içimden geçenler...
-..saol Emre...!!!

14 Şubat 2009 Cumartesi



12 – 13 yaşlarımda artık ne yapıyorsam…belki derslerim bozuluyordu…belki bi saygısızlık..ya da zamanında değil de, yarım saat eve geç geliyordum.neyse, annnem şöyle diyordu ..” tamam, bir daha sinemaya gitmek yok…” ya da..” tamam, bir da Moda’ya arkadaşlarınla gitmeyeceksin..”..Moda’da oturan ve o yaşlarda olan her insanın kabus cümlesi bu olsa gerek…. O an, odama koşarak gider, aynı filmlerdeki gibi, yatağa tam dik değil hafif yan uzanır….ağlardım….sanki önümde sonsuz bir kapı kapanırdı….Bir de o yaşları bilirsiniz…sanırsınız ki, hayat hep öyle sürecek…gerçekten de bi daha asla Moda’ya çıkamayacağımı sanırdım…... hiçbir zaman 18 yaşına basamayacağımız ya da hiç 30 olmayacakmışız diye düşünürsünüz ya….”bir daha Moda’ya gitmeyeceksin”lafı…..öyle içime otururdu…

O yasaklar sanki uzun yüksek bir kapıydı…arkası sonsuz mutluluk ,diğer tarafta kalan ben, kapının yanındaki duvara sırtımı verip yere oturup ayaklarımı kendime doğru çekmiş ağladığımı düşünürdüm….ne kadar ağlardım bilmiyorum ama, sonunda hep uyuyakalırdım…(şimdi bile bir şeye üzüldüğümde gidip direk vurup kafayı uyumam, belki o dönemden kalan bir alışkanlıktır…kimbilir..)

(Tabii ki bu yasakların bana söylenmeyen bir süresi vardı..sonra sanırım düzelirdim (ne demekse) ya da annemin sadece kendisinin bildiği ceza sürem dolardı…ve açılırdı kutsal kapı…)

Zamanla başka kapılarda çıktı karşıma…kapandığında aynı şekilde kulaklarımı sağır eden sesiyle koşarak yatağımda ağladığım…bazen arkam dönükken kapanmış da ben daha sonra fark ettiğim….büyük kapılar…yüksek kapılar..ahşap kapılar…demir kapılar…cam kapılar ( ki en tehlikelisi buydu, çarptıktan sonra fark ederdiniz orada bir kapı olduğunu...)…otomatik kapılar (aslında normalde herkese kapalı ama bi şekilde bana açılan..)…tabii ki herkesin olduğu gibi benim de, bir tane KALE kapım oldu…surlarının çevresinde yıllarca dolandığım…(iyi de oldu… )

“açıl susam açıl” daki gibi bazı kapıları yıllarca açmak için sihirli kelimeleri ararken kendimi telef ettiğim zamanlar da oldu…sonra öğrendim ki; kapalı kapıyı ancak sahibi açabiliyordu…..

Yüzüme kapılar kapanırken….benim de kapattıklarım oldu..bilinçli – bilinçsiz…bir kısmını açıp daha sonra özür dilediğim…ya da kapıya ekstra bir kilit daha taktırdığım.…Ve..,içimde kapattığım kapılar oldu…süresi dolan odalarıma son kez bakıp çıktıktan sonra kapattığım kapılar…(şimdi arada bir tozunu almak için girdiğim….gülümseten odalarım..)

Keşke hiç kapı’lar olmasa diyemiyoruz yine de…..düzen için….kaos olmaması için…Belki henüz açılması doğru olmayan önümde bir sürü kapı var…belki günün birinde açılacak belki hiç açılmayacak…olsun…!!...tüm kapı önünde bekleyenler çok iyi bilir ki, doğru kapı ise,.. o, …bir gün mutlaka açılacaktır..

Ek Bilgi : kapı yerine “sineklik” olmuyormuş..bunu da tecrübeli bir kapı sahibinden öğrendim…. : )

10 Şubat 2009 Salı




Geçen akşam bir arkadaşımla konuşuyorduk..”ya sana bişi anlatıcam....ne düşündüğünü çok merak ediyorum..”.dedi....şimdi giriş cümlesi böyle olunca sıkıntı bir konuya girdiğimizi anladım...

Arkadaşım yıllar önce çıktığı bir kızdan bahsetti..2 yıl kadar çıkmışlar..sonra kızın ihanetini fark edip ayrılmışlar..kıza ayrılmadan önce bir kez sordum dedi...”beni aldattın mı”...hayır dedi gözümün içine baka baka...oysa elimde çok sağlam kanıtlar da vardı dedi...ben de birşey söylemeden ...peki deyip ayrıldım dedi...

Bak aradan yıllar geçti..evlendim...( o kızla ayrılalı 8 yıl olmuş sanırım..) Hayatımdan da memnunum...ama, onun bana attığı bu kazığı unutamadım dedi...canı yansın istiyorum onun da....özür dilesin...pişman olsun istiyorum dedi...sakın ama hala ona aşık olduğumu düşünme dedi...düşünmem dedim gülümseyerek...insan birine hala aşıksa, zaten canı yansın istemez..sadece, sen içinden geçen öfkeni ona söyleyememişsin dedim.

Eğer bir anı eksik yaşarsak....bir olay tamamlanmadan rafa kalkmıyor sanırım...aklımızın bir yerinde hep...hep...başa döne döne takılıyor...ve nereye gidersek gidelim, o olay bizle geliyor...bu belki eksik bir ayrılık da olabilir...kızgınlığımızı saklamış da olabiliriz......son bir konuşma yapılmadıysa....son söyleceklerimiz içimizde kaldıysa..ne kadar görüşmesek de...hangi yeni hayatları kursak da....ve ne kadar yeni hayatımızda mutlu - başarılı olsak da...söylenmeyen sözler hatırlandıkça içimizi kavuracaktır...

Carpe-diem’in anlamını biliyorsunuzdur...” Anı yakala/ yaşa”...ama, bunu acaba genelde “bir daha mı geleceğiz dünyaya amannn oohh eğlenelim boşverelim herşeyi ..!!..” diye mi algılıyoruz bi tek..”anı yakala”..belki sadece tadını çıkar zamanın demek değil....belki söylemek istediğin birşey varsa, duygularını tam söyle...dur-düşün ve söyle, demek...hissettğimizi paylaşmadığımız sürece (iyi ya da kötü) anı zaten nasıl yakalarız ki başka türlü.....biriyle bir daha hiç görüşmeyeceğini,...hatta söyleyeceğin şeylerin birşeyleri değiştirmeye yetmeyeceğini bilsen de ....açık açık konuşmanın en iyisi olduğunu düşünüyorum.....

Çok gurur kırıcı bir durum mudur....birine karşı kırıldığımızı...üzüldüğümüzü hatta ona aşık olup yerlerde süründüğümüzü anlatmak...karşımızdakinin bizi anlayıp anlamaması da tabii ki konuşma kararımız için bir kriterdir ama....küçük duruma düşüceğimizi sanıp, efeler gibi ortamdan ayrıldığımızı sanmak, yıllar geçtikçe içimizden geçenleri söylememek aslında “kaçırdığımız o an” yüzünden asla yeni bir an’a geçememek demektir.....

Senin yüzünden zaman takılır oraya...!!!...başkasında ararsın sonra sebeplerini....

Bazen konuşmak birşeyleri eylemsel olarak değiştirmeye yetmez..tekrar eskiye dönmek için, tekrar kırılan kalbi onarmak için...ve ne kadar arasak da herşeyi düzeltecek olan o büyülü kelimeleri asla bulamayacağız belki....Ama, bence öyle anlar da bile içimizden geçenleri karşımızdakiyle paylaşmamız gerekir...ki, o anı kapatıp yeni anlara geçebilelim.....

31 Ocak 2009 Cumartesi


“ıssız adamı” ı seyrettim……. ( nihayet…) film hakkında yorumlarım olucak ama, seyretmediyseniz (en son ben seyretmişimdir diye düşünüyorum ama…) isterseniz okumayın….


Mekan, müzik ve konu tam bu yüzyılımızın şehirli kadın – erkek ilişkisine uygun olmuş. Eskilere ait şarkılarla filme bir renk vermek son yılların modası gibi..(buna örnek olarak bazı dizilerde de yaşıyoruz zaten.. ) sonucu, kesin zafer oluyor gibi…Günümüzdeki yeni şarkılara belki bu kadar güvenilmiyor ya da belki bi önceki neslin - şimdi anne baba olmuş- insanlarını da filme/ diziye eski çağrışımlarıyla ayrı bir gönül bağı yapıyorlar…(aa, ben lisedeydim bu plak çıktığında...., gibisinden..)


Mekanları beğendim…evler , lokanta ve mutfak….(Beyoğlu da geçmiş ve şimdi duygusunu vermek için ..) Büyük mutfakların sade şık güzel yemekleri…çalışan dünyamızda ölmeyen insan değerlerini anlatır gibi….biraz şarap, ahşap masa ve plak….bu da hoşuma gitti, ki genelin hayır diyemeyeceği bir atmosfer….

Filmin konuyu işlemesi - çok bilindik bir konu olmasına rağmen- bunalımlı değildi…Ama bardak kırılması ve ardından Alper’in ağlaması, umarım kötü bir tesadüftür…çünkü aynı “an” Murathan Mungan’nın bir hikayesinde, ayrıldığında günlerce tepkisiz – normal hayatına geri döndüğünü sanan adamın mutfakta bulaşık yıkarken ayrıldığı sevgilisinin ona aldığı bardağı elinden kaçırıp kırıldığı anı hatırlattı…orda da, adam yere çöküp ilk kez ağlıyordu…bazen içimize attığımız tepkiler, çok sonra çıkar’a güzel bir göndermeydi yine de…


...vee Ada'nın Alper'in çoçukluğunun geçtiği eve...odasına gitmesi...bir insanı sevdiğimizde geçmişte biz'siz geçen anını merak ettiğimizi, kıskandığımızı gösteren..sanki ara yılları kapatma isteği ile dolu, o buruk telaşı anlatmada çok başarılıydı...


Oyunculara gelince….film eleştirmeni değilim ya da oyunculuk dersi almış biri de….ama sanki Alper daha inandırıcı geldi bana……nedenini bulduğumda çok güldüm kendime, çünkü bir erkek için çok da zor bi rol değildi…evet, uçlarda yaşıyor….yanlız ( ıssız ?!) …para sorunu yok…zevkli, entelimsi …kendini tek bir konuda, yemek yapmada, geliştirmekten diğer geri kalmış yanlarını unutmuş biri….dışardan bakıldığında yaşamayı seven, sevdiği işi yapan, dış görünüşünde de anlaşıldığı gibi, ortamında her zaman şık olan, kollarına herkesi (!!) kabul eden ve belki sırf bu yüzden içine kimseyi sokamamış biri….bana çok tanıdık geldi bu tanımlar….gülümsemem bu yüzdendi…..sevmekten korkan erkekler bulduklarında da korkakça harcarlar….içlerinde hep bi umut vardır…bu sefer böyle olmayacak diye….ama, olur : )


Ada…..doğaldı….genelinde çok rahat, gerçek gibiydi…kendi parasını kazanan, esprili, biraz dişi oyunlarını bilen, okuduğu kitaplarla donanımlı olduğu için insanın yüzüne bakıp onlar hakkında yorumlar yapma yeteneğini gösteren ( nefret ederim böyle anlardan da ama …neyse, iyi olmuş diyelim ) kaderi çözmüş de yine de aşktan kaçamayan biri….bir tek dolma yediği o mutfak sahnesinde .....bir tek o sahneyi başaramamış….en dokunaklı sahne…doğal değil de yönetmenin defalarca “ kestiiiiiikk” sesiyle bölünüp daha güzeli çekilmeye çalışılmış….en güzeli sonra “bu “ diye filme eklemişler…….

Tabii ki herkesin an’lar karşısında vereceği tepki farklıdır….tepkisi yanlış diye “olmamış” demiyorum..söylemek istediğim doğru/ yanlış tepki değil yani…sadece…sırf orayı gerçek oynayamamış gibi geldi..ne küfür ettiği an…ne tokat attığı an…ne saçını düzeltmeye çalıştığı an…gerçekten duyduğu sözlerin öfkesini, kırgınlığını, “olsun biliyordum”larını verememiş……ne dağıldığını görebildim ben…ne şaşırdığını..ne dik durduğunu ..ne bitti’nin inkarını…ne kızgınlığını…

Dediğim gibi etrafımda bir sürü insan filmi seyretmişti…ve evli kadınların birçoğu eminim gururla içlerinden ya da eşlerinin yüzüne karşı şunu demişlerdir…”bak, ben olmasaydım sen böyle ıssız adam, olurdun”….( bazı kadınlar, bayılır kahraman olmaya…En büyük kahramanlık görevleri de bir erkeğin hayatına girip onu kurtarmaktır…) …ne deyim, zaferlerine gölge düşürmeyeyim…varsın onlar öyle düşünsünler….

İşte, Alper’ler bu korkuyu yenemeyeceklerini anladıklarında da bir kadını kahraman yaparlar…ıssız adamın, bu sefer de “kalabalıklardaki ıssızlığı” başlar…(“ ıssız adam” kalmayı tercih edenlere, korkularını kabul ettiklerinden belki de, yine de saygım daha çoktur..)

Ada’lara gelince……..umarım hayatınızda olucaksa,….bir tek “ıssız adam” olur……

Not: Çoğu kadın arkadaşım çok ağlayarak seyrettiklerini anlattı….sorarsanız sen nerde ağladın diye….tek bir yerde… Kavga edip ayrılma sahnesinde son kez Alper’in evinden çıkarkan Ada, tekrar geri dönüp mutfağa, unuttuğu bir şey var mı diye etrafa bakındığı o kısa anda,…… uzun ağladım…..

4 Ocak 2009 Pazar




Bir korkunun göstergesi mi yoksa muhteşem bir savunmanın zaferi mi tartışılır, herkesin bildiği gibi uzaydan bakıldığında güzel dünyamızdan görülen tek insani yapı Çin Seddi’diymiş… M.Ö. 7. Yüzyılda Chu Krallığı tarafından yapılan bir kısım duvarlar M.Ö. 221’den itibaren de birleştirilmeye başlanmış..20’den fazla krallıkta her döneminde uzamış…uzamış bu duvar….


Yapılış nedenleri kimi tarihçilere göre Hunlara karşı akınları korumak, kimi tarihçiye göre içten kaçışları önlemek kimisine göre de tek yönetimde birleştiğini herkese göstermek ( bu son madde bana biraz daha düşük bi ihtimal gibi geldi….neyse..)


: )


Biliyorum 2008 yılı iç hesaplaşma yazım için tarihi bakımdan geç kaldım…ama 2009 ‘un şu ilk günlerinde fırsat bulup hesaplaşmalarım sonucu çıkan bakiyeyi paylaşmak istedim…
2008 yılı benim için, içimde yıllardır inşa ettiğim Çin Seddi’mi yavaş yavaş yıktığım bir yıl oldu…bu fikre yılın son günleri yaşadığım birkaç hatırlatma olayı ile daha iyi anladım.. neden böyle bir set kurdun derseniz….bakın içinize özenle, kesin sizin de bir dönemden sonra artık yüksek duvarlarla içinizi ayırdığınız birileri vardır.


Uzun zamandır görüşmediğim, görüşemediğim –belki kaçtığım – insanlarla aynı ortamlarda olmak…, artık korkmuyorum tarzı bir gülünç yiğitlik sayesinde değil de düşersem yaramın şiddetine göre tekrar kalkmasını biliyorum cesaretiyle oldu sanırım… belki eskisi gibi sıcak bir ortam değildi…ama, yıkılan duvarlar arasında ruhumu daha “özgür” hissettim..aslında korunma için yapılan duvarlar içerden baktığımızda da bizim bir parçamızı hapsetmiyor muydu…


İnsanlara karşı kurduğumuz “setler” var…belki haklı olarak belki korkarak….biliyorum kırılan yerlerimizle herkes gittikten sonra oturup onarmak kolay değil. Ama ben 32 yıllık hayatımda şunu anladım ki kendimizi korumak adına yapılan o kurduğumuz setlerde arka tarafında hapis kalan hep biz oluyoruz…kırılmamak adına hayatın bir parçasını kaçırıyoruz, ki herkes bilir ki hayat bir bütündür…her parçası önemli olan…her parçasıyla arkamızı dönmeden mücadele etmemiz gereken..


Çin Seddi’nin duvarlarının yüksekliği dört ile altı metre arasındaymış. Seddin genişliği ise atlar, arabalar ilerleyecek kadar rahat…200 metrede bir de gözetleme kulesi ya da kale var. Aslında aynı içimiz gibi değil mi…kaçtığımız insanları da belki ara ara gözetlemiyor muyuz…yaklaştı mı..yaklaşıyor mu….diye..


Çin Seddi’nin bu gün bile üç bin kilometrelik kısmı ayaktaymış. Benim de içimde de setler henüz tam yıkılmadı. Ama korkusuzca başladım işte bir yerinden.…


Ee peki kırılmak istemiyorsak ne yapalım mı diyorsunuz….bunu da şarabımdan bi yudum aldıktan sonra buldum. İç dünyanızın etrafına set çekmek yerine girişe bir tane manyetik dedektörlü kapı koyun.. : ) hoşuna gitmeyen yanları o kişinin, kapıdan geçerken kesin ötecektir…direk dürüstçe söyleyin “yapmayın “diyin…eğer hala yapıyorsa, sokmayın kapınızdan… böylece ne siz bir duvarın ötesinde korkak hapis hayatı sürersiniz ne de hayatın diğer tarafını…yani diğer yaşanması gereken hayatları, sırf korktuğunuz için kaçırırsınız…

2009 hepimize “ iyi gelsin”……