31 Ağustos 2008 Pazar

Bir toplumun ne kadar geliştiğini ve bir sonraki nesilde ne kadar gelişebileceğini anlamak için kadınlara bakın….Onların yaşam biçimlerine ….özellikle evli olan kadınlara..bence medeniyet kadınla gelişir.

Tatilde ailelere bakarsanız bunu daha iyi gözlemlersiniz…çünkü tatilde hiç kopmadan bütün gün beraber geçirilen sürede aile fertlerini daha rahat gözlemlersiniz….Yemek yemeden birbirlerine karşı davranışları, beraber zamanı geçirmekten giyinmeye kadar….hepsi kadının yönlendirmesinde olan şeylerdir….ki bunların hepsi bir kültür ölçüsü…

8 Temmuz tarihli yazımda kadının hayatını erkek için yönlendirdiğini – ayak uydurduğunu yazmıştım. Hayır, tabii ki hala bu düşüncemin arkasındayım. Ama bir kadın ne kadar kültürlü ise bir erkeğin hayatına (aynı zamanda gelecekte anne olduğunda) o kadar şekil verebilir….o kadar estetik katabilir..çocuklarını o kadar çağdaş-modern yetiştirebilir. (ki bu saydıklarım da illa para ile olan şeyler de değil..)

Tatilde bu daha çok fark ediliyor.. ..

Şunu anladım ki; erkek istediği kadar yüksek eğitim ve ailesinden görgü alsın…Evlendiğinde eşi ne kadar ise, erkek de o kadar oluyor …yani adam iyi para kazanıyor olsa bile, kadının düzeyi kadar kaliteli yaşayabiliyorlar….ya da tam tersi, normal gelirli bir ailede, kadın ne kadar kültürlü, çağdaş, zevkli ise eşinde çocuklarında aynı medeniyeti görüyorsunuz…

Erkek nereye ne giyeceğini bilse bile, sırf eşinin dırdırını çekmemek için “tamam, diyor…lanet olsun, tamam..!!” Normal zamanda bile katlanamadığı dırdırına tatil gibi stratejik (!) bir dönemde hiç katlanmak istemiyor, hele mehtabı da ayarlamışken romantik geceye…..eehh haksız mı ?..tamam diyor ,…..tamam…

Acaba kaç kadın böyle bir durumda idare edildiğini fark etmez ?!.....bu sessiz –çirkin anlaşma onun da mı işine gelir…kim bilir….

Bir kadın isterse her şeyi güzelleştirme (her koşulda!) ve değiştirmeye gücü vardır. Yeter ki, istesin…..Bir erkeğe nazaran, bir kadın eğitimi ne olursa olsun, kendini her zaman geliştirebilir. Bazen duyuyorum ortamda eğer alaturka bi durumda kalındıysa , “ benim tercihim değil ama eşim böyle seviyor…” deniliyor..YALAN ! ….aslında sen de öyle sevmesen buna asla izin vermezsin…, demeyi çok istiyorum….bu sahte özverili davranma biçimi beni deli ediyor..Kadın sabırlıdır…Hedefine ulaşmak için her türlü zorluğa katlanabilen kadın, istese eşini de sabırla değiştirir. Değiştiremedi mi, dırdırını eder…yetmedi mi ya küser konuşmaz..ya da en sona incili göz yaşlarını saklar..VE sonunda kesin zafer!! … ( Bir de “babamız öyle istiyor..” repliği vardır ki…ay ay hepsinden beterdir..sanki çocuklar doğduktan sonra eşim demek KUTSAL aile yapısını bozacağı sanılır…)

Doğru erkeği seçmek tabii ki önemli, ama fikrim şu ki, doğru kadını seçmek daha önemli…Çünkü oluşacak ailedeki tüm yaşam biçimini kadın belirleyecek…(maço erkekler hala evde benim sözüm geçer desin…peh! )

Peki bu bakış açısıyla bakıldığında kültürlü olan erkek ise bunu neden eşine de öğretmez…Dırdır setini aşsa bile, medeni olmak hep emek ister….incelikleri yaşatmak..kibar olmak….gündemdeki olayları takip etmek..daha zor bir hayat biçimidir. Onun yerine kolaya alışmak daha rahatına gelir…Kaybettiklerini umursamadan bir erkek sahip olduğu bilgisini bir kenara bırakıp (biraz da aile içi huzuru için) daha alt bir sınıfta daha az bir kültürle yaşayabilir…(zaten bir süre sonra iç sesi muhtemelen şöyle diyecekti r ona “aman yıllardır annenin söylediği görgü kuralları…yok okul hayatındaki iğrenç disiplinler…zaten iş hayatında da yoruluyorum…bari dışarıda biraz kafa dinliyim…der…ve zamanla hayat biçiminde işin kolayına kaçarak yaşamayı tercih eder..havlu atar medeniyete..)

Bir erkeğin hayatını renklendirecek kadındır her zaman...O yüzden kadın belki daha çok takip etmeli hayatı….(siyaseti, müziği, son çıkan filmleri…) sonra kendi süzgecinden geçirip sunmalı…(Susan çiftlere bakın ! …yemek boyunca aile dışından tek bir konu konuşamayan çiftler var…) bunun yaşla ya da kaç yıllık evli olmakla da ilgili olmadığını mükemmel annemden biliyorum. Bir gün annemin çok azını bile başarırsam kendimi çok şanslı hissedeceğim…

....

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Bütün bir sene İstanbul’un o kavurucu sıcağında, işe yetişmek için koşarken, sonbaharda evde camın önünde yapraksız ağaçlara bakarken ya da açmış biramı o kutsal tadın ilk yudumunu alırken….ve hatta en mutsuz olduğum o berbat anlarda…bir an gözümü kapar “Bodrum’dayım şu anda “ derim…ve iyi gelir bu içime…

Ama şimdi…, gerçekten BODRUM’dayım…!!! : ) Burası benim için sadece “ bir tatil yeri “ değil. Sanki tüm yılın iç hesabını yaptığım bir yer. Önemli olayları tekrar gözden geçirdiğim. Hatalarımı – saçmalıklarımı – pişmanlıklarımı – kendime özürlerimi bulup hatırladığım bir yer…kısaca eteğimdeki taşları boşalttığım bir yer…

Çok azarlarsam kendimi plajdaki lokma tatlısıyla, Bodrum döneriyle, İstanköy manzarasıyla, sabaha karşı Körfez’den dönerken aldığım yeşil elmamla avutabilirim….Bodrum anaçtır ne de olsa, affetmen için kendini , hep bir şeyler sunar sana…yeter ki sen kendini affedebil!!!...
Affedemesen de, ders olsun der, seneye tekrar soracağım ….hadi durma yüz biraz demeyi de ihmal etmez….iyi gelir kırıklıklarına ..

Burada zamanını nasıl geçirirsen, işte o yalansız SENSİN’dir…Bütün gün denize girmek ( ya da sadece havuza girmek ), her akşam bara gitmek, erken kalkıp dar sokaklarındaki çarşısında gezinmek, her gün ayrı bir koyda denizde yüzmeyi tercih etmek, Bodrum Kalesine bir gün gitmek, güneşi batarken plajdan ayrılabilmek ya da o sıralar rakı-kavun-peynir muhteşem üçlüsüyle olmak, elinde kitabınla her hangi bir ortamda olmak, güneşin doğuşuna gülümseyerek kahvaltıya oturmak ya da tam karşısında kahvaltıya oturanların yanından zilzurna sarhoş ve biraz da mahcup bir halde odana dönmek, müziğine göre bir bar seçebilmek ( her ne kadar Bodrum’da doğru aşkı yakalamak kadar zor olsa bile!) sonsuz seçenekteki yiyeceğin yemeği seçmek bile senin KİM olduğunu gösterir burada…”geldim şimdi tatile, normalde sevmem eller havaya ortamları, ama işte buradayken herkese takılayım dedim, tarzı yalanları yemez Bodrum… yani al sen bu yalanı başka mekana söyle…. : )

Her sene Bodrum’un bana hazırladığı bir hediyesi olur..(Allahım, hakikaten bazen dünyayı algılayış biçimimden ben bile ürküyorum!! : ) …)Bir sene üzerinde küçük 2 tane balığı olan deri çanta, bir sene koyu pembe şalvar, bir sene lacivert bir kolye…..bu seneki hediyesi kocaman yeşil hasır bir şapka !!! Şimdi her yere o hediyemle gidiyorum … (..ve söz veriyorum şapkacım, seni bir önceki hasır şapkam gibi, uçtuğun yerde bırakmayacağım…insan sevdiği şeylere önce sahip çıkmalı ….sonra özgür bırakmalı…ben hep tersini yapan bir kaybedendim..)

Bodrum ile ilgili tarihi bilgi için http://www.bodrumrehberi.com/ bakabilirsiniz…
…… ama size bir sır vereyim; Bodrum’da aslında herkes kendi tarihini yazar…..

22 Ağustos 2008 Cuma

“....gördüm ..gördüm...görrdüm..
Büyük düşler gördüm...”
(mor ve ötesi...)

Milattan önce 605 - 562 yıllarında yaşamış Babil krallarından Nebukatnezar’ı ne zaman bir yerde okusam, yüzümü tatlı bi tebessüm sarıyor...sanki uğurum gibi...sanki onu görmüşüm...tanımışım...sanki uzun zamandır haber alamadığım bir dostum gibi geliyor...

Hani eşinin hatırına Babil’de o ünlü asma bahçelerini inşa ettirdiği söylenen kişi...aşkı ile dünyayı güzelleştirmeye çalışanlardandı belki.. : ) Döneminde ayrıca imparatorluğunun sınırları Suriye’den Mısır’a kadar büyüyor...

Bir sabah uyanıyor....ve gördüğü düşü hatırlayamıyor...ne gördüyse artık..aklına gelmiyor..
( ama demek ki o düşün ona yansıyan mutluluğu içinde kalmış !!) Gördüğü düşü hatırlamak için krallığını....hizmetkarlarını...parasını pulunu... bırakıp yollara düşüyor..ve sade bi insan gibi düşünü arıyor.....

.............düşünü arıyor....

Hatta saraydaki soylu üyelerden bazıları, Nebukatnezar’ın aklını kaçırdığını bile düşünüyorlar...ee, kolay mı..kaç kişi “büyük düşler” görebilir ki....demek ki, zamanın her döneminde toplum kurallarını uymayanlar...kalbinin sesine gidenler...dünyevi işleri önemsemeyenler hep..ama hep biraz “meczup” bakılmış...

.....Nebukatnezar umrunda olmuyor....o sadece “ düşünü arıyor..”

Sizin en “büyük düşünüz “ neydi....peşinden gidebildiniz mi...yoksa bahaneleri her dönem mi tazelediniz...içinize yutturdunuz mu peki ? : )

İnsan, bi kere büyük bi düş görünce...gerçekleşmese bile düşü, düş kurma gücünden dolayı belki, kendini çok vasat’lara karşı dirayetli buluyor...sanki dünyanın en güzel rengini keşfetmiş de, olmasa bile o renk, diğer renkleri de hoşgörüyle kabulleniyor...sanki gördüğü düşü artık hiçbirşeyle mukayese edemeyeceğinden tüm oranlamalar eşitleniyor...sanki düşü gerçekleşmese bile düşüne küsemediğinden herşeyle barışık yaşaması gerektiğini anlıyor...sanki gücense düşüne, ruhunun en güzel hazinesini kaybedeceğini sanıyor....(ne olursa olsun, insan büyük düş’üne asla küsemez, düşler kanunundan..! )

Sahi, sizin en son ne zaman büyük düşünüz vardı...?....peşinden gidemediğimiz düşlere, bir anlık hevestir, geçer...diyenlere kaç kere koruyabildiğiniz düşünüzü...ya da siz içinizde nasıl ayırt ettiniz düş ile heves’i.....

Büyük düşler göremeyenler, gerçeği ne kadar kavradıklarını sanıyorlar acaba, merak ederim bazen......bilmezler tabii gerçek bırakır bazen bizi ama, düşler asla..! Benim tarih arkadaşım Nebukatnezar gibi düşümün peşinden koşamasam da....şu şarkıyı gururla söyleyebilenlerdenim...”gördüm...gördüm..gördüm...büyük düşler gördüm...!....”


..............

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Kara ve deniz yolculuklarında kaybolmamak, daha garanti gidebilmek için Çinliler bir ucu mıknatıslı bir iğne sayesinde pusulayı bulmuşlar..Onlar bulmuşlar ama bu işin kaymağını yine Batılı Medeniyetler (sömürgeci ülkelere de medeniyet demeye pek dilim varmıyor ama, neyse siyasi çamur yaratmayayım..) nasiplenmiş. Kimisi Amerika kıtasını keşfetmiş, kimisi Hindistan’ı, Ümit Burnunu derken Macellan hızını alamamış dünya turu gerçekleştirmiş. (hoş, görememiş yolculuğunu sonunu ama, olsun tarih hakkını vermiş.)

İlk haritanın tarihi M. Ö. 2500 yılına uzanmakta ve yapan Mısırlılar...Ama çok da büyük beklenti içine girmeyelim. Bu ilk harita, fırınlanmış ya da güneşte pişirilmiş toprak (çamur) kalıplar üzerine yapılmış..daha sonra yüzyıllar içinde harita, kağıda çizilerek nereye, ne kadar uzaklıkta olduğumuzu ve yol-iz göstermede çok büyük faydaları olmuş.

Sümerler de , M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamışve ilk takvimi onlar bulumuş. Ufak bi hata ile ama, ayı 30 günden 12 ay alarak 360 gün olarak hesaplıyorlar yılı…5 günlük bi eksiklik…iyi de biz sanki her günü çok dolu mu yaşıyoruz ki 5 günü eksik yaşamadan dolayı gocunalım...peh ! : ) …

....Pusula - Harita - Takvim..


Bizim kaybolmamamızı sağlayan muhteşem üçlü...yönümüzü, yerimizi ve zamanımızı belirler..

Peki, ya ...….biz...ya biz, yani içimizde kaybolduğumuzda, hangi işaretlerbizi doğru yola götürür??.. …..

İçimizde kaybolduğumuzda, yüreğimiz bilebilir mi,....nerdeyiz..ne yöne gitmeliyiz.....o mıknatıslı iğne içimizde nereyi gösterir...?...

Haritasız bilebilir miyiz nereye ne kadar uzaklıktayız...engebeli mi önümüz...dağlık mı...kıvrımlı mı kıyılarımız...?

Kayıp bir şekilde içimizi tartarken-tanırken(?) – anlamaya çalışırken günler geçer …geçer…..ve baktığımızda bir adım yol gitmezken içimiz….takvimlerin ne suçu olur ki….

Günler çözemez içinin sorunu…!
zaman herkesin içinde farklı ilerler......!

Ruhunun pusulasını sen bulmalısın ......hangi yöne gideceğini....bilmelisin...işaretlerini iyi belle....yanılma …

Haritasını çıkarmalısın ruhunun..ne kadar yol almış için.... dağlar, tepeler, bereketli ovalar, uçurum kenarları, masmavi deniz neler .... yürek haritamızı bi tek biz çizebiliriz....! yanındakiyle bile bazen sıradağları olmuyor mu aranda…bi türlü aşamadığın….geçitini bulamadığın yollar…

Bir de takvimi olmalı yüreğinin...diğer takvimlerden bağımsız içinde işleyen...herkesin bir gün yaşadığı zamana, belki sen bin yıl diyebilirsin ...öyle uzun öyle uzak gelir...bazen zaman...geçmez...bir saniye diye gösterir saatler, sen vurulursun bir saniyede bir bakışa... ömrün o bir saniye olur….tüm zamanın ve yönlerin o’na, tek varmak istediğin yer, “O” olur...

O, hayatına dokunmasa bir daha, neyi aradığını bildiğinden kaybolmazsın bir daha.... hiç ama !!.. ......

17 Ağustos 2008 Pazar

Elimizde güvenebileceğimiz sadece “kelimeler “ var….birbirimize söylediğimiz. Karşımızdakine sevgimizi, hasretimizi, kinimizi, öfkemizi, nefretimizi, kırgınlığımızı…..her ne hissediyorsak anlatabildiğimiz, kelimeler….

Kelimelerin gücünü ve büyüsünü bilenlerden olmayı tercih ettim hep..gerektiğinde dünyayı karşıma alıp bana ne denirse densin, bir tek ona inanmayı….bu yaşımda tekrar anlıyorum ki, birine güvenirken…içine dönüp baktığında sadece onun dilinden dökülen kelimeler var kriter olarak….konumlar, yaşanan hayat bilgileri, alınan dersler, komşu kırık kalplerin örnekleri….hiçbiri ama hiçbiri, bize söylenen dilin sahibinden daha gerçek değil….

Hangi sert yumruk bizi kıran bir sözden daha acı vermiştir…? Tokat gibi patlayan bir soru duymadınız mı yoksa siz…?..annenizden duyduğunuz tatlı bi günaydın sesiyle güne daha güçlü başlamadınız mı…küçük bir çocuğun topunu sırf ağaçtan kurtardınız diye duyduğunuz teşekkür lafından sonra Süpermen gibi hissetmediniz mi... kilometrelerce uzaktan gelen bir mektup ya da telefonla onun omzunda hissetmediniz mi başınızı….ya sizi tekrar umutlandıran kelimeler..., onların gücü...?....

Karşınızdakine bir şey söyledikten sonra, söylediğiniz kelimenin altında ezildiğimiz de olmuştur..kelime de büyük gelir bazen duygulara…amacımız O’nu kandırmak değildir oysa…sadece büyük kelime seçmişizdir…söylediklerimizden sorumluyuz..dikkatli kelime seçmeyi öğreniriz, vicdan kelimelerle yankılanır çünkü yüreklerde…..

Dua ederken bile kelimelerle O’na…O yüce varlığa sesleniriz….bizi anlamasını isteriz, sanki bilmiyormuş gibi içimizi…acizliğimizi görsün isteriz ..büyük dengesine arzularımızı da yerleştirmesini dileriz…yemin bile sözcüklerle…

Balkonumdan bakarken az önce dolunaya….bunlar geçti içimden…yoksa mehtapta duyulan sözlere kandığım yıllara bir garazım kalmadı….biliyorum ki, sözlerin de bir süresi var……her kelime sonsuza kadar yaşamaz…gün gelir bakarsınız, artık anlamı değişir o kelimenin, keşke değişmese…ama duygularla orantılı kelime yaşları vardır….her ağızda aynı ömrü yaşamaz bazı kelimeler.., kızamazsınız ki.....

.…elimizde sadece kelimeler var….birbirimize söylediğimiz..hangi söz, sonuncudur bilinmez ama…., eğer dönüp arkanı huzurla gidebiliyorsan…..bak bi içine, bir yerlerde mutlaka güvenli kelimelerin vardır….

15 Ağustos 2008 Cuma

Sabah işe gelirken baktım havada leylekler toparlanıyorlardı...Heyy dedim, daha sonbahar gelmedi...!!Dağılın !.... Gelmedi sonbahar..!! gelmedii lütfen, gelmedi..Yanlış duyum almışsınız...Ağustosun ortasındayız henüz....hatta, bir hafta tatilim bile duruyor, orda bekliyor beni... : (

Çağrışımlar kötü oluyor bazen......havada öyle görünce leylekleri....işte yaz bitti !... ‘ye mi geliyor insan ne.....otuzüç derece sıcakta yaşattı bana güz hüznünü...aslında hüzünlenmeye de toprağım çok yakın ve yatkındır..hatta hiç gocunmadan büyük bi keyifle, rahatça kimi zaman hüzünlenebilirim... : ) ama şimdi, bana göre yazın tam ortasında...ıhh ıhh!! Almasam ?!!

Birkaç arkadaş sordu..ne oldu niye kaç gündür yazmıyorsun diye.....yazacaklarım bitmedi tabii..biter mi şu tuaf dünyada...?.. Sadece...can sıkan akşam haberlerini dinledikten.....gazeteleri okuduktan ....trafikte İran Cumhurbaşkanı yüzünden süründükten sonra....(Biliyorum, haberler hep buna benzer oldu..oluyor..olucak...sadece, bazen belki insanın etkilenme derecesi farklı oluyor..) dönüp size..., geçen gün krımızı bir yaprağa yakalamak iiçin koşturdum durdum, şeklinde bi yazı yazmak çok mantıklı gelmedi...

Aslında biliyorum, mantıklı gelmeyen kırmızı bir yaprağın peşinden koşmak olmalıydı, yazması değil de....yokyok..gerçekten koştum...çok tatlıydı...ve rüzgarda bi sağa bi sola dönüp duruyordu....aynı dönüşleri sonra ben de yaşadım, yaprağı yakalamak için....ve sonunda kitabımın arasında kurutulmak için bırakılan kırmızı bi yaprak var... : )

......yazı tam yaşamamış hissediyorum ben...o kadar çok yapacaklarım var ki hala..Tahta boyamaya başlamak....elimdeki kitapları bitirmek...aydınger kağıda çizmeye başladığım o kitaptan Mezopotamya haritarlarını tamamlamak...ya hatta ben daha Moda’mdaki gece içilen çaylara bile doymamışken....şimdi...15 günüm mü kaldı....moralim bozuldu.....leylekler tepemde dönmeye devam etti...neyse ki kırmızı yaprağım sağlam yerde...


NoT: Külkedisi ve Rapunzel,
1).....kırmızı yaprak peşinde koşan bi hatunun hala “sağduyulu” olduğuna emin misiniz..??
2) bende size ait birşey var...ve ip ucu içinde alın size bir bilmece :

Ufacık mermer taşı
İçinde beyler aşı
Pişirirsen aş olur
Pişirmezsen kuş olur.

: )

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Dün gece Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda MFÖ’nün konserine gittik...Beleşşşşş !! Serap çok teşekkür ederizz.. : ))

Mazhar - Fuat - Özkan...1985 yılında Norveç’de Erevizyon yarışmasından sonra MFÖ oldular..ki o yarşmayı da “net” hatırlıyorum..abimle yarışmayı seyrederken patlamış mısır kavgası yaptığımız gece..... : ) (şimdi tüm mısırlarım senin olsa, kader melekleri tekrarlatır mı o geceyi bize abicim...hia..?..)

Dün gece ki konser muhteşemdi....Konser sonrası yolda dönerken Mayk dedi ki (Mayk = Kürşat, Serap Hanım’ın asil Fenerli eşi ; ) ) “ acaba yıllardır dinlemeseydik, yine de bu akşam tüm şarkıları beğenir miydik” dedi.. Konser sırasında da benzer şeyler, benim de aklımdan geçti...Evet, 5-6 şarkı var ki, sanırım ilk dinlendiğinde bile insanı kendine bağlar...

Ama düşündüm, bu gurubu 20 yıldır dinliyorum...20 yıl...Şimdi baktığımda, şarkılarına ...her yaşımda ayrı bir düşünceyle mırıldanmışım...her yaşımda farklı birşey katmış...bu yüzden bıkamamışım...eskitememişim....şarap gibii yıllandıkça, söyledikçe daha anlamı derinleşmiş sanki..

“Tam Ortasındayım yolun...koşunun ortasındayım...
Tam varıyorum ki hedefe bir yenisi başlıyor.....”

Basit...yalın...sözcüklerle her yaşımda kendimi avutacak, ağlatacak, sarılacak, özletecek, dans ettirecek, neşelendirecek, sinirimi alacak bir mısra çıkmış...bu sizce de yıllardır gurubun şarkılarının neden hala sevildiğinin en büyük kanıtı değil mi...sizin de hala “Leyla’dan geçme faslını “ söylerken içiniz erimiyor mu....yine hatırlamıyor musunuz aşk için söylenen her söze kandığınızı.....onbeşimde...yirmibeşimde....şimdi otuzlu yaşlarımda....hala bu şarkı içimde yol alıyor..hala dinlediğimde başka bi renge dönüyor ruhum.....

Güllerin içinde de beklemişsinizdir bi dönem...sanmışsınızdır ki, dayanamadım gayrı döndüm diyecek size...demedi mi yoksa ? :) yazık...sonra kaseti çevirip, ele güne karşıyı dinlemişsinizdir...unutacağınızı sanmışsınızdır ama gözünüz yolda kalmıştır...ama bi yandan haberi gelir size, sizin canınız yanarken, duyarsınız o napar ne eder.... MFÖ hep sizinle devam eder...hayatınızın her basamağındadır sanki.....

“Bir güzele gönül verdim, anam istemedi..
İyilik mi bu bana, bende istek kalmadı...”

Hayattan hiçbirşey beklemediğiniz bi dönemde çıkmıştır bu şarkı kesin karşınıza...çıkmadıysa, duygularınıza isim verememişsinizdir. ...


Okula - işe koştururken yağmura yakalandığınız bi sabah, bu sabah yağmur var istanbul’da şarkısı radyoda kesin çalmıştır...ondan uzak, günlerin dayanılmaz olduğunu hatırlamış..., şarkılarda düşünmenin tarifsiz acizliğini hissetmişsinizdir sırılsıklam olduğunuzda.....şemsiyeyi açmaya gücünüz kalmamıştır dinledikçe ..onun yerine, yağmuru sevmişinizdir....ıslanmayı bile sevdirir o şarkı size..

Hiç Bodrum’a gitmeyen biri bile.....Bodrum şarkısında, oralara gitmişcesine hayal edeblir Bodrum’u.....Şarkıda geçen en büyük yalana bile tatlı tebessümle eşlik eder, bir zamanlar aşık olmuşsan Bodrum’da...ismini asla unutmazsın...bunu herkes bilir...ama, unuttum der...çünkü Bodrum...Bodrum..’dur...

Sonraki dönemlerdeki şarkılar ne kadar yer eder içimizde bilmiyorum...ama yazmadan geçemeyeceğim var bi kaç tane. Fikret Kızılok’dan hediyedir “sakın gelme”....İnsan delice sevdiğine de sakın gelme diyebilir...ve bir bayan olarak erkek olmak istersiniz, bana yineden şarkılar söyleten kadın’ı dinlerken..yanarsınız.....yanarsınız...

“Sen beni, tanımazsın severim de söylemem.
Sen beni, uzak sanırsın bilirim de söz dinlemem....”

....ah bu ben yaa.... : ) ...

Dürüstsen kendine, şarkılar sana daha bi dokunaklı gelir. Bir şehri bile sevmene, anlamana yarayan bir sevdiğin olur...tek bir şehre ait olan..(nasıl ki bir şarkı bir kişiye ait ise hep...hep!)

“Sen olmasan buralara gelemezdim ben
Sevemezdim bu şehri anlamazdım dilinden ....”

.... bir aşkın içinde açtığı kapıları gösterir.....dayanamazsınız...bu coşku ağlatır sizi..hem de belki uzuuun zamandır uslu duran coşkunuz....sarı lale almışlığınız mı vardır oysa...olsun!...

Kişisel tarihimin hiç değişmeyecek olan “yalnızlık ömür boyu” şarkısıdır. Dün akşamdan beri bu şarkıma bir ortağım daha çıktı. : ) hey, şarkı ortağım.., unutma bu şarkıyı sevmeye cesareti olan güçlü demektir bence... ; ) ki, sen ne kadar yürekli olduğunu zaten ispatlamış birisin.....bu şarkıyı senle paylaştığım için kendimi çok ...hem de çok şanslı hissediyorum.....

NoT : “seninle biz nerdeyiz ki...
nasıl bir ilişki bu...?...”

...şarkısı çalınmadı...belki tarihe karışan bu şarkı, nerdeyiz sorusuna da kendi içinde bi cevaptı....

7 Ağustos 2008 Perşembe

Kötü biri değilim….belki hataları olan her insan kadar..
Alışacağız….gün geçtikçe daha da fazla birbirimize…
Gün geçtikçe daha da tanıyarak…(hep maskesizdik)
Ve görsek de yanlışlarımızı sarılarak düzelteceğiz
Asla kaçmayacağız…
çünkü…bana dediğin gibi, birbirimizi bulmanın değerini biliyoruz…
Çünkü koca geceler yalnızken….tanımıyorken birbirimizi
Ne kadar az kaldığımızı biliyoruz….kalabalıkken bile etrafımız…
Sesimizi duyan yoktu…
Oysa şimdi….çek al hayatımdan kendini…
Geriye çok az ben kalır,….bana ait olan…

İki tane yalnız bir’dik….evrende gezinen……
İki tane bir, yan yana olduk...……

Ve şimdi….gece ne kadar karanlık olursa olsun
ve
ne kadar önümüzde engeller
ve
Biz ne kadar yalnız kalsak da…..sonunda birbirimizi bulduk….
Hiç görüşmesek de….ne yaptığımızı o an bilmesek de
Asla yalnız kalmayacağız….ruhum hep senle,
Söz veriyorum….


………………..yani galiba buna benzer sözleri olmalı, az önce dinlediğim Fransızca o şarkının….hiç Fransızca bilmesem de…. Türkçeye çevirdiğinde…anlamları bu olmalı dinlerken bana bu hisleri veren o büyülü Fransızca şarkının…..


Aslında bu gün yazma değil de okuma günündeydim ..sabahtan beri tırtık tırtık birşeyleri arıyor ve okuyordum..İçimden ve aklımdan yazmak gelmiyordu hiç ..(Aynı bedende olsalar da ikisi de ayrıdır ya..)


Biraz önce bir arkadaşımdan bir mail geldi. Bii süredir evindeki akvaryum balıklarını satmaya çalışyordu. Hiç yardımcı olamadım ama elimden geldiğince de satma aşamasını dikkatle dinlemeye çalıştım.. Aslında akvaryum ortamından ve balıklardan hiç anlamam...Balıklardan hiç anlamadığım zaten tarihimle de kanıtlanmış bir deneyimdir ya...neyse : )


Tabii ben hemen eskimiş eşyalardan bile kolay kolay ayrılamayan, atamayan biri olarak arkadaşıma, balıklarından ayrılmaya nasıl karar verdiğin diye sordum..Evindeki balıkların davranışları, cinsleri itibariyle sertmiş biraz...yokyok..yanlış okumadınız...öyleymiş...
Arkadaşım, onları satıp yerine “discus cinsi balık” almaya karar vermiş...


Bu discus cinsi balıkların huyu-suyu daha yumuşakmış....ve balıklar dünyasında “aşk balıklarıymış”...Balıkların da aşkı olur mu demeyin....tamam, biliyorum bir balığın hafızası beş saniyeydi..beş saniye öncesini hatırlamayan balıkların da iyi huylusu - kötü huylusu var oluyormuş demek ki...o kadarcık sürede bile aşk yaşan balıkçıkların diğerlerinden bir farklılığı olması da enteresan...ve enteresan, insan demek ki, balıkta bile duygusal olanını arıyor... : )

Şimdi insanların aşkları - balıkların aşkları ile karşılaştırma ya da insan hafızası ne kadarlık bir süre akılda bırakıyor ki aşkı....çekip gitmiyor...süründürmüyor...hadi daha da alamadım hızımı da devam ettim yazmaya ve : ) uzaktan birini severken de akvaryumda misali, dokunamasak da duygusal olanını seçmeli....vs tarzı bi devam bekliyor olabilirsiniz..ama yok...başta da dediğim gibi bugün “yazı” havamda değilim..... : I


Sadece, Discus cinsi balık ile tanıştım...memnun oldum..yanlış balık seçmeyin sakın siz diye yazıyorum...her ne kadar akvaryumlarında yaşasalar bile...hafızaları beş saniyecik olsa bile...sizi mutsuz edebiliyorlar demek ki....dediğim gibi balıklardan anlamam...ama, belki karşıma çıkan discus olmadığı içindi... Kimbilir ; )

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Kalbim sanki kavgalar aşklarla yoğruldu
Bir öfke ve bir isyan bir hırstır gidiyordu
Yabancıydım kendime
Sevgin bedenimde yalnızlığı örüyordu…………….

……bi kış çok moralim bozuktu…hatta kış başıydı…kuşların getirdiği haberler canımı yakmştı…ruh gibi gezdiğim bi kaç günden sonra…karşıma, radyoda bu şarkı çıktı….kilitlenmiş gibi kalmıştım….buydu işte benim halim…tam da bu !!şarkıyı da ilk defa duymuyordum…ama, şarkının ilaçlık vakti şimdiye kısmetti….sezen söylüyordu...

Osmanlı tarihini araştırıyordum o kış…konumda Fetret Devri’idi….moralim bozukken, Yıldırım Beyaz’ın oğullarının savaşı devam ediyordu…onlar tahtı paylaşmaya çalışıyordu, ben yeni bana ulaşan bilgilerle dağılan ruhumun yeni tahtını kurmaya çalışıyordum….

Bir hasret acısında bir an kendimi gördüm
Bakışım bencil gibi oysa insancıl özüm
Bir umut çiçek açtı sanki gözlerimde
Yarınlara dostça güldüm….

….bazen en doğru tanımasını istediğiniz kişi sizi yanlış…hem de tamamen yanlış tanır ya…. Düzeltmek istedikçe durumu, daha da karışır olaylar….içinden çıkılamaz hal alır…öyleyken her şey bıkarıp gitmiş biri olarak…” hey bak o kadar bencil biri değilim” demeye fırsatınız yokken….

Bu şarkı yapışmıştı bana…..sanki her yerde bu çalıyor gibi….bana umut veriyor gibiydi..Fetret Devri’inde Mehmet Çelebi (1. Mehmet) kardeşi Musa Çelebi’yi Rumeliye göndertmişti. Başarı sağladığı takdir de tahta çıkacağına söz vermişti.....(güven konusu tarih boyu sorun olmuş yani..)

Duygular yüreğimde yıllarca boğuştu
Artık o deli nehir denizler de duruldu….

…….sonra başka sorunları gördüm…başka dertleri fark ettim diyelim..kendi derdim..minnacık kalmıştı..acıtıyordu ama…minikti işte evrende….O sıralarda Bursa ‘da 1. Mehmet, kardeşini boğdurmuş, tahta çıkmıştı…(nerde verilen sözler di mi..) padişah 1. Mehmet'ti …Fetret Devri bitmişti..kanlı..ama bitmiş… taht dolmuştu…ben durulmuştum…

Geçip gitti fırtına
Rüzgar meltem oldu
Yağmur oldu
Güneş oldu

……………şimdi ne zaman bu şarkıyı duysam…o zaman bana gelen dikenli bilgiler ve Fetret Devrini hatırlıyorum….kendimi güçlü hissediyorum bu şarkıyla….1. Mehmet kardeşlerini boğarken ben de öfkemi boğmuştum…tarih bunu da yazmalıydı…..

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Yurdu için yüksek bir ülkü ya da görev uğruna ölen kimseye şehit deniyormuş. Tam açıklaması bu Türkçe Sözlük’de. Diyelim kesmedi beni bu kadarlık açıklama ve “şehit düşmek” e de biraz bakındım.. Şehit düşmek : İmânı, vatanı ve kutsal bir amacı uğrunda savaşırken ölmek....eeh yani baktığım diğer sözlüklerde de aşağa yukarı aynı anlamlar var.

Konya Balcılar’da yurt binasının patlaması sonucu ölen bir kız çoçuğunun babası, patlamayı medyanın abarttığını ve ölen çoçuklarının şehit...kalanların ise gazi olduğunu söylemiş ve eklemiş : “Bizim çocuklarımız baleye, diskoya, bara gitmiyor, köpük banyosunda ölmüyor. Bazı medya grupları neden çok abartıyor, aklım almıyor...” (aklını yesinler.....,varsa ! )

Kızını kaybetmiş bir babanın duyguları bunlar..Kuran Kursu’nda öldüğü için şehit diyor kızına....eğer, burda değil de saydığı yerlerde (bale..., disko.., bar) ölseydi ne diyecekti...? Baba dedi diye aynen yazdım.. Yoksa anlamış değilim, disko, bar’ın yanında “bale”nin niye geçtiğini..hoş, yer alsa ne olucak...disko mu kötü.....hatalar sadece barda mı yaşanır....

12 yaşında kızını kaybetmiş baba, hangi açıdan bakıyor ki Kuran Kursu Eğitimi’ne burda ölenlere şehit diyebiliyor..Neydi şehit düşmek : İmânı, vatanı ve kutsal bir amacı uğrunda savaşırken ölmek....

Bu çoçuğunu kaybetmiş babanın eğitimini, yaşam tarzını, çoçuk yetiştirme şeklini de sorgulamıyorum...Kanunlara uygun olduğu sürece herkes çoçuğunu istediği kursa, spora, sanata gönderebilir. ( ki yıkılan kız yurdu da kaçakmış..neyse..)

Sadece içime oturan birilerinin karşısına dikilip çoçuğunun hakkını araması gerekirken, ortadaki yanlışlığı önce kendisi örtmeye çalışıyor...Şimdi ben tutucu bir ailenin 12 yaşında başı kapalı bir kızı olsam, babama akşam sorardım..” Babacığım ben de böyle ölürsem bir gün, sen de benim için şehit deyip geçicek misin...kimlerin hatası, gözyumması diye araştırmayacak mısın ölüm sebebimi..?”

Bu düşünceye sahip baba ve ona hak veren insanlar ! Sizleri nasıl yok sayarım ya da nasıl aynı dünyada yaşadığımızı kabul ederim bilemiyorum... ama, umarım, her gece dua ettiğim Allah ile sizin Allah’ınız bile aynı değildir......

3 Ağustos 2008 Pazar

Biraz tembelliğimden biraz da hayat izin vermedi diyelim, Atlas Dergisi’nin Temmuz sayısını dün gece bitirebildim. O yüzden yazım da Ağustos’a kaldı…pardon : (

Dergide bu ay, benim ilgimi çeken konular dışında öylesine hızlı geçtiğim sayfaların birinde Sultansazlığı – Kuşların Dönüşü bölümü ilgimi çekti..Hani bazen haberlerde filan görürüz : Kuşların Dünyadaki Göç yollarını takip eden araştırmacılar vardır. Onları hiç anlayamasam da saygı duyarım. Bir olaya kendilerini mesleki anlamda adayan her insana duyduğum saygı gibi…

Benim yapamayacağım türde bir iş....Sabırla ve merakla çeşitli sürüngenlerin – böceklerin içinde gelecek kuş türlerini beklemek..gerçekten sevilmese…gerçekten gelecek o kuşlara değer verilmese yapılamaz gibi geliyor bana…Doğada olmak tabii ki güzel..ama, düşünsenize sazlıkların içinde etrafınızda sinek, böcek ve sempatik su yılanları gezinirken…..ıııııh hh ıhhhh almayayım…yapamam….

İşte tam yine saplantılı bu fikirlerle okurken yazıyı , Sultansazlığına yakın Sindelhöyük beldesinde yaşayan çobanların konuşma bölümüne gelmişim. Bir tane çoban kışın oraların nasıl soğuk geçtiğini anlatıyordu. Bu soğuk günlerde göl birden donarmış. Yine böyle ani bir donma günü flamingolar koşarak uçabilen hayvanlar olduğundan ( bunu da bu yazıda öğrendim. Flamingo havalanmadan önce birkaç adım koşması gerekiyormuş…) buzda ayaklarının üzerinde değil uçmayı yürüyemiyorlarmış bile buzdan. “bacaklarını toparlayıp toparlayıp 300-500 tanesini böyle uçurdum” diyordu çoban….

Kalakaldım…….300-500 tane…sanki 3-5 taneden bahseder gibi…sanki…10 dakikalık bir işi anlatır gibi…sanki ayda on bin doları nasıl kazandığını anlatır gibi….sanki dünyayı kurtaran adam ödülü almış da milyonlara ekrandan yaptığı kahramanlığı anlatır gibi…..tabii ki bu sanki’lerin hiçbiri değil..aksine…öylesine yapmış….flamingolar için…benim yazdığım sankiler bizim hayat’dan SANKİ’ler…bizim hayat kriterlerinden….

Hiçbir karşılık beklemeden….o çoban soğukta yapmıştı bunları….tek derdi flamingolar uçabilsin….” Çoban işte başka ne işi olucaktı” diyeniniz varsa lütfen….çıksın sayfamdan ! kendini bulunmaz hint kumaşı sananlara bir şey ler yazmayalı uzun süre oldu…

Hepimiz çok yoğunuz di mi…hepimiz çok önemli şeyler yapıyoruz hergün…bilmez miyim…

Bu gün DOĞA için sen ne yaptın…hia ? Evindeki kedi-köpek beslemenin, salonda dekorunu beğendiğin için süslü saksılarına su vermenin ve akan musluğunu fatura çok gelir diye kapatmanın dışında….sadece DOĞA için…, bu gün sen ne yaptın..!!